31 Mart 2014 Pazartesi

Dağ Yemişi ile Sıfır Su Bahçesine İlk Adım


Yıllar önce "Sıfır Su Bahçesi" kavramıyla karşılaştığımda çok şaşırmış, çok da beğenmiştim. Bulunduğumuz yörenin toprağı ve iklimine uygun, doğal olarak yetişen bitkilerin bahçe düzenlemesinde kullanılmasıydı ana fikir. Yağmurlar dışında özel bir sulama veya toprak ıslahına gerek duymayan bu bitkilerle yeşil ve güzel bir bahçeye sahip olurken kıt su kaynaklarımızı korumaya da katkımız oluyordu.

Su kaynaklarımızı korumaya katkının yanısıra, farklı, egzotik bitkilere ve özel bahçelere merakı olanlar için değil ama benim gibi bahçe ile ilgilenmeye fazla zaman ayırmadan yeşil ve göz zevkini okşayan bahçeler isteyenler için de ideal bir fikir.

Dağ yemişini bilir misiniz? Ben büyüklerimden adını dağ yemişi olarak öğrendim ama dağ çileği veya kocayemiş adı daha sık kullanılıyor. Dağlarımızda, tepelerimizde kendiliğinden yetişen makilerdendir dağ yemişi. Çalı formundadır, fazla büyümez. Gür üzümü gibi dikenleri de yoktur. Yaz kış yeşil yapraklarının yanısıra güzel beyaz çiçekleri ve yeşilden sarıya, sarıdan kırmızaya olgunlaşan tatlı meyvelerinin  albenili görünümüyle dikkatleri çeker. Dağlara tepelere yaptığımız yürüyüşlerde bu meyveleri avuç avuç toplayıp yemenin keyfi de bir başkadır.


Bu resmi yazlık evimizin hemen yanındaki imar değmemiş makilik alanda çekmiştim. Evler yapıldıkça bu çalılar da sökülüp atılıyor, yazlıkların bahçesine uzak diyarların bitkileri dikilirken, o toprağın esas sahipleri de nesli tüketilmek istenircesine katlediliyor.



Bir kaç fidan almak için Torbalı Orman Fidanlığı'na gittiğimizde gördüm bu ağacı. Kalın tek bir gövdenin üzerinde küre şekli verilmiş, bol yapraklı bir ağaçtı. Fazla uzun değil, 2 metre civarında. Yaprakları çok tanıdık geldi, yanına yaklaştığımda etiketini gördüm, dağ çileği yazıyordu. Eski bir dostla karşılaşmanın sevincini yaşadım o anda. Şekillendirilmiş, başıboş yabani çalı görünümünden uzaklaştırılıp evcilleştirilmiş adeta.  Bu yıl henüz budanmadığı için göğe uzanan dalları, izin verilirse daha da uzayacağının göstergesi. Bir de onun çiçekli ve meyveli halini gözünüzde canlandırdığımızda...

Şimdi, ilk fırsatta tepelere çıkıp küçük bir dağ yemişi fidanı bulma isteğindeyim. Bilmiyorum ağaç görünümüne kaç yılda ulaşır ama onu beklemek bile güzel.

16 Mart 2014 Pazar

Yufkada Lahmacun


Çabuk tarafından yemek hazırlamak istediğim bir günde çıktı bu yufkalı lahmacun. Yemek bloglarında rastladığım bu fikri kullanıp evdeki malzemelerden ne uygun gider mantığıyla yaklaşarak yarım saat içinde hazırladım öğle yemeğimi. Kolay, çabuk ve evdekilerin memnun kaldığı bir sofra oldu.

Neler kullandım:
2 adet hazır yufka
100 gram kadar kıyma
2 adet orta boy domates
2 adet büyük boy soğan
(eğer evde olsaydı 2-3 adet sivri biber de koyardım mutlaka)
4 diş sarmısak
1 demet maydanoz
2 çorba kaşığı karışık biber-domates salçası
3 çorba kaşığı nar ekşisi
Yarım çay bardağı sıvı yağ
Tuz, isot, zencefil, reyhan, kekik

Nasıl yaptım:
Önce soğan ve sarmısakları, sonra domates ve maydanozu ekleyerek blendırda parçaladım. Kıyma, yağ, salça, nar ekşisi, tuz ve baharatları da ekleyip blendırda macun kıvamına gelene kadar karıştırdım.

Bir adet yufkayı fırın tepsisine yerleştirdim. Bir çorba kaşığı sıvı yağ serpip, yufkanın tepsiden taşan kısımlarını kıvırıp ve üst üste gelen yerlerini kesip ortasına yerleştirerek 2.katı oluşturudum. İkinci yufka için de aynı işlemi tekrarlayarak 2 yufkadan toplam 4 kat  elde ettim. Üzerine hazırladığım içi koydum ve kaşıkla düzelterek yaydım.

Önceden 200 dereceye ısıtlmış fırında 15 dakika pişirdim.

Soframı ayran ve yeşillkler ile tamamladım. 
Yufkalı lahmacunun arasına yeşillik konup dürüm haline getirilemeyeceğini sandığım için orta boy dilimler halinde kesmiştim ama rahatlıkla yuvarlayıp arasına yeşillik ve soğanları koyarak yiyebildik.
Afiyet olsun...






5 Mart 2014 Çarşamba

Dizilere Merak Sardım



Son yıllarda fazlasıyla dizilere merak sardım. Kimini sonuna kadar izledim, kimini başlayıp devam edemedim. Bir merakla akşam Kurt Seyit ve Şura’yı da izledim.

Nermin Bezmen’in ailesini anlattığı bir seri romanın aynı adlı kitabından uyarlandığını duymuştum. Anı kitaplarını severim ama aile tarihleri pek ilgimi çekmiyor. Sanırım dilden dile sözlü aktarılması ve bu aktarım sırasında açıkların hayallerle doldurulmuş olması gerçeklik-hayal algımda hoşuma gitmeyen tatlar bırakıyor.
Özetle, kitabı okumadım ve okumayı da düşünmüyorum ama tanıtımların da etkisiyle dizisini merak ettim.

Jenerikte hareketsiz görüntülerin bir kar küresinin objeleri olması hoşuma gitti. Dizi mi film mi hatırlamıyorum ama yabancı bir yapımda kullanılmıştı bu tema. Orjinal fikir olmasa da sevdim.

Açık mekan karlı savaş sahneleri bana hitap etmiyordu. Kasvetli renkler belki savaşla uyumluydu ama benim göz zevkime uygun değildi.

İç mekanlar ise, ihtişamları ile güzel yansıtılmıştı, masalsı havayı bütünlüyordu. Balo sahneleri beni adeta Tolstoy satırlarında gezdirdi.

Müzik yer yer kulakları zorlasa da mekanlar ve konuyla uyumlu geldi bana.

Oyuncular için pek bir şey demek istemiyorum. Kendilerine verilen görevi hakkıyla yerine getirmek için hünerlerini ortaya dökmüşler. Ama yetmeyeceği düşünülmüş olmalı ki hamam, göl sahnelerinde merkeze manken vücutları oturtmuşlar.

Amatör bir dizi izleyicisiyim, teknik konuları bilmediğim gibi, yapımları değerlendirecek tecrübeye de sahip değilim. Eğer bir Cevdet Mercan, bir Zeynep Günay Tan yönetmenliğini görmemiş olsaydım Hilal Saral’daki eksiklikler gözüme çok batmazdı ama elimde değil bazı sahnelerin ne kadar farklı çekileceğini düşünmeden edemedim izlerken.

Senaryo ile desteklenmedikçe oyuncuların da yönetmenlerin de başarısı havada kalır. Ece Yörenç daha önce birlikte yazdığı Melek Gençoğlu ile tutulan, sevilen dizilerin senaristi oldu. Bu dizisi de tutacaktır büyük olasılıkla. Hele bir de Rusya’dan bizim topraklarımıza gelindiğinde bize yabancı havadan kurtulup bizleştikçe  izlenmesi daha kolay olacaktır.

Dizi piyasasının başarılı senaristleri olmalarına rağmen, yazılan sığ repliklerden, hikayede önemi olan ama sanki repliklere nasıl dökeceklerini bilmiyorlarmış izlenimi verir şekilde, olayları bizim görmediğimiz bir anda olmuş bitmiş gibi göstermelerinden, hikayenin o anki dünyadan soyutlanmış şekilde anlatılmasından şikayetçiydim.

Merak ediyorum bu dizide nasıl olacak. İlk bölümde repliklerden memnun kaldığımı söyleyemem. Ama diğerleri için bekliyorum. Bolşevik devrimi öncesi havayı ve savaşın etkilerini iliklere kadar hissedecek şekilde  verebilecekler mi? Bu sadece Senaristin değil, yönetmenlerin de katkıda bulunacağı bir anlatım.

Kocası askerde ölen kadının erkekler iş bulamıyorken ben nasıl bulurum sözüyle, veya yemek masasında Moskova’daki olayların bahsiyle veya Kurt Seyit’in toprak sahibi babasının o toprakta ekmek yiyenlerden söz ettiği birkaç basit replikle geçiştirilecekse yetersiz kalacaktır.

Karakter yazımlarına gelirsem; Şura’yı sevdim. Kurt Seyit ise fazla idealize edilmiş bir karakter. Biraz daha inandırıcı yazılması isterim. Barones’in ilk bölümden kaybetmiş bir zavallı gibi davranmasındansa Şura’yla oynamasını beklerdim. Diğer karakterler şimdilik gözüme batan bir şey olmadı.

Ve...
Dizi sürelerinin azaltılması vakti hala gelmedi mi? Zaman doldurmak için uzatılan sahneler akıcılığı da bozuyor, sabırları da zorluyor. Yarıda bırakıp kalkıp gitmemek için çaba sarf etmek gerekiyor.

Kurt Seyit ve Şura bizim dizi piyasamızın gerçekliğinde, kusurlarına rağmen ortalamanın üstünde bir dizi olmuş. Yolu açık olsun...



Related Posts with Thumbnails