31 Ağustos 2010 Salı

Karpuz Salatası (mı acaba?)



Karpuzu çok severim, hele Bergama tulumuyla birlikte yemeye bayılırım.

Bloglarda gördüğüm karpuz salatası ilgimi çekiyor ama yapmaya cesaret edemiyordum. Sonunda karpuz mevsimi geçiyor artık denemeliyim dedim ve bloglara şöyle bir göz attım. O kadar çok tarif vardı ki. Kimi zeytinyağlı, kimi domatesli. Kendi ağız tadımı göz önüne alarak en uygun tarif Nami-Nami'nin ki gibi geldi. Lime limonunun kokusu ve tadı da yakışır diye düşündüm. Ama iş malzemeleri bir salata tabağında karıştırmaya gelince gene cesaretim kırıldı, peynir ve karpuzu ayrı ayrı tabağa dizmeye karar verdim.

Karpuzun çekirdeklerini ayıklayıp dilimledim. Lime limonun kabuğunu rendeledim. Karpuzların üzerine bir yaprak nane, biraz limon kabuğu rendesi koydum. Birkaç damla lime limonu suyu gezdirdim. Beyaz peynirleri de aralarına dilimledim.

Sonuç nasıl oldu? Pek emin değilim. Hepsi ayrı ayrı güzel ama birleşince benim damak tadıma uymadı. Ben atadan görme yöntem peynir ve karpuzu sade olarak ayrı tabaklara koyup yemeye devam edeceğim.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Koruk Ekşili Etli Bamya



Limonu çok severim, ama sadece limon ekşisine mahkum olmak da istemiyorum. Koruk da, turunç da, nar da kullanabilmeyiz ekşi olarak. Bu kez bamyayı koruk ekşisi ile pişirdim.



Koruk kendine has hoş bir ekşilik veriyor. Ama eldesi limon sıkmaktan daha uğraştırıcı. Gelişmiş mutfak teknolojisine inat, annemin yıllarca kullandığı dere taşları ile ezdim korukları. Böylece çekirdekleri ezilmeden ekşiyi elde ettim. Koruk kullanırken benim bir sorunum da ellerimin hassasiyeti, mutlaka eldivenle yapmam gerekiyor bu işlemi. Koruklar ezildikten sonra elle iyice sıkılarak ekşisinin tamamen çıkması sağlanıyor. Kalan posayı 1 çay bardağı suyla ıslatılıp tekrar sıktım. Elde edilen koruk suyunu çay sügecinden süzdüm. Biraz bekletilirse tortusu dibe çöküyor, bu  tortulu kısım kullanılmayabilir. Bir de not: Koruk suyu açık kahverengi olur.



Malzemeler:

1/2 kilo bamya
1 büyük boy soğan
3 orta boy domates (domates yeterli renk vermezse bir tatlı kaşığı da domates salçası)
150 gram kuşbaşı et
1 çay bardağı koruk ekşisi
3 çorba kaşığı sıvı yağ
Tuz
Yapılışı:
Bamyalar uyuyan bamyada anlatıldığı gibi yıkanır ve ayıklanır. Soğan çentilerek, domates kabuğu soyularak küp küp doğranır. Kuşbaşı etler nohut büyüklüğünde parçalara bölünür. Koruğun  suyu sıkılır.

Soğanlar sıvı yağda rengi sararana dek kavrulur. Etler eklenir, rengi değişene kadar kavrulur. Domatesler ve tuz eklenir. Tencerenin kapağı kapatılır ara ara karıştırılarak domatesler tamamen eriyene kadar pişirilir, gerekirse 1 tatlı kaşığı domates salçası konur. Üzerine 3 bardak  su ilave edilir. Su kaynayınca bamyalar, hemen ardından  koruk ekşisi eklenir. Bamyalar bir kaşıkla suya bastırılır. Kaynayınca ocağın altı kısılır, 40 dakika kadar pişirilir.
Afiyet olsun.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Vişneli Güllaç


Güllaç yapraklarım var ya bitirmem gereken, hazır pazara gidip vişne de almışken bir de vişnelisini deneyeyim güllacın dedim. Klasik güllacı blog dostlarım çok güzel tarif etmişler. En son da Krema Tadında harika bir görüntüyle vermiş tarifini.

 Ben yine bizim evde yenilebilecek tarzda bir güllaç yaptım. Sütü hissedilmeyen, hatta biraz kuru. Doğru dürüst bir tarifi yok, herkes kendi ağız tadına göre yapabilir.



Önce pazardan aldığım vişnelerin reçelini pişirdim, soğuttum. 2 güllaç yaprağını 1 bardak şekersiz sütle ıslattım. İki kat yufkayı  mutfak makasıyla dörde kestim. Geniş kısmına vişne reçelinden taneler ve badem kırıkları koydum, bir yemek kaşığı da vişne reçelinin şurubundan gezdirdim yufkanın üstüne. Sonra da gül böreği şeklinde sardım. Buzdolabında 2-3 saat beklettikten sonra afiyetle yedik.


Vişneyle birlikte vişne anılarım da canlandı.

Anne dedemden bahsetmiştim. Şimdi de baba dedemden ya da çocukluk tabirimle köylü dedemden bahsedeceğim.

Köylü dedemi kaybettiğimde henüz ilkokul hayatımın ilk tatilindeydim, dolayısıyla anılarım biraz daha az ama çok belirgin. Köylü dedemi de çok severdik. Köye gittiğimizde dağ bayır bütün gün gezdirirdi torunlarını. Hemen hayıtların başına oturur, çakısını çıkarır küçücük sepetler örerdi bize. Çay tiryakisiydi dedem, çok güzel bir sepetin içinde çay takımları dururdu üzerinde bembeyaz işlemeli örtüsüyle. Gezilerimizin sonunda eve döner dönmez çay sepetini çıkarır hemen çay demlerdi.

Ama başka bir şey daha vardı dedemde. Çözümleyemezdim ne olduğunu, nineciğim çok kızardı dedeme, hadi ninem neyse ama babam da kızarak konuşurdu bazen dedemle. Garipserdim babamın dedemle böyle konuşmasını. Sonradan anladım ve öğrendim. Dedemin çayın dışında bir de sigara tiryakiliği vardı, nefes darlığı artık sigarayı bırakmasını zorunlu kılıyordu. Ama ne ninemin ne de babamın kızması değiştirmedi dedemi ve sigarası elinde terk etti bu dünyayı erkenden.

Oysa ne güzel insandı. Ninemin misafirleri için sakladığı seçilmiş kuru incirleri, üzüm lokumlarını bitirip ninem onları misafirler için saklamıştım diye sitem ettiğinde "Benden âlâ misafir mi olur?" derken belki de biliyordu çok da yaşamayacağını.

Evin arka bahçesine diktiği şeftalilere dokundurmadığını söylerdi halam, torunları gelip yiyecek diye. Ama ben en çok evin önüne diktiği vişne ağacını severdim. Kiraz gibi görünen ama onun gibi yiyemediğimiz meyveleri olan gizemli bir ağaçtı vişne benim için. Garip, ama bu ağaca hem sevgi hem de saygı duyardım.

Vişneleri yiyemezdik ama halam reçel yapardı güzelce. Yazın sıcağında her ikindiden sonra Bozdağ'ın zirvesinden kar gelirdi köye. Hemen elimizde bir kapla koşardık kar almaya. Pekmezli veya vişne şuruplu kar helvaları hazırlanırdı hemen. Büyükler pekmezliyi tercih eder, çocukların favorisi ise vişne şuruplusu. Şimdi bile o buz gibi lezzet damağımda.

Dedemin kaybından kaç yıl sonraydı hatırlamıyorum, belki altı belki sekiz yıl sonra. Köye gittiğimizde evin önünde bir boşluk vardı. Tamam erik ağacı oradaydı, asma da duruyordu, dalyalar da açmıştı uzun uzun gövdelerinin ucunda. Ama vişne ağacı yoktu artık. Halam "kurudu" dedi ve dedem işte o zaman öldü benim için.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Kızılcık Şerbeti



Yılda yaklaşık dört kez pazar yüzü görüyorum. Sorumlusu da tamamen benim.

Rahmetli babacığım yapardı pazar işini çocukluğumda. O zamanlar haftada bir pazar kurulurdu. Sürekli misafiri olan kalabalık bir evin bir haftalık yiyeceğini filelere doldurup nasıl da taşırdı. Elleri filelerin saplarının iziyle yol yol olurdu. Bir kez de şikayetini duymamıştım taşıdığı yükten dolayı.

Sonra tek tek çıkartırdı aldıklarını fileden. "Bu kabakları dolmalık aldım, patlıcanları oturtmalık, çalı fasulye de aldım etli pişirirsin, börülcenin salatasını yaparsın" gibi haftalık menüyü de sıralardı anneme. Sadece sebze mi, haftalık kese yoğurdumuz, kahvaltılarımızın vazgeçilmezi çökeleğimiz, yumurtamız, tereyağımız da pazardan gelirdi. Market mi vardı o zamanlar, bakkaldan manavdan alışveriş ateş pahası! Sonra da aldığı meyvelerden birkaçını alır yıkar, kabuğunu soyar, küçük küçük doğrar hepimize ikram ederdi, pazar sonrası dinlencesiydi babamın bu ikram işi.

Babamla pazara gitmek büyük eğlenceydi. Sabahın erken saatlerinde çıkardık, "Meyveler, sebzeler bozulamadan alalım " derdi babam. Alışverişimizi yapar dönerdik evimize. Pazar gününün çoğu hâlâ bize kalmış olurdu.

Pazara gidip de taptaze çeşit çeşit meyveleri sebzeleri görmekten çocukluğumdaki kadar çok mutlu oluyorum. Ama o pazarın kalabalığı, itiş-kakışı yok mu, mahvediyor beni. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, kaçıp gitmekten başka bir şey düşünemez oluyorum. İşte pazara gitmememin asıl sorumlusu bu.

Yine de her mevsim bir kez pazarı görmem gerekli. Bu yaz pazarına da bu hafta gittim. Ramazanın, iftara yakın saatte gitmemin etkisi olabilir, çok kalabalık değildi pazar. Her tarafını gezdim, her sebzeye her meyveye baktım. Meyveler sebzeler sabahki gibi taze, dokunulmamış değildi yine de aldım. Yaşadım geçmişi ve bugünü, hayal ettim geleceği.

Gelelim kızılcık şerbetine. Babam benim kadar az almazdı, ben sadece yarım kilo aldım, taşımaya cesaret edemedim daha fazlasını. Hemen başladım kızılcık şerbetini pişirmeye. Aslında kızılcıklar biraz daha olgunlaşsa daha iyi olurdu ama bekleyemedim ben yine.


Kızılcığı şurup olarak hazırlamıyorum, doğrudan şerbet yapıp, hemen bitiriyoruz. Bir de tanelerini ezip şerbete katmıyorum, kekremsiliği artıyor diye. Tanelerini püre yapıp biraz daha şeker ekliyor ve tatlılara ilave ediyorum.

Malzemeler:

Yarım kilo kızılcık
2 su bardağı toz şeker
8-10 bardak su
1 limon suyu

Yapılışı:

Kızılcık, şeker ve su ile yumuşayana kadar pişirilir. Kızılcık taneleri suyundan ayrılır. Soğuyunca bir limon suyu sıkılır (ben bazı tatlıları ekşiyle kırmazsam içemiyorum), isteğe göre su ilave edilerek afiyetle içilir.



Patlıcan Sarma


Patlıcanın kızartılarak yapılan yemeklerinin lezzeti bir başka. İftarda ise biraz daha hafif yemekleri tercih etmek gerekiyor. Patlıcan sarmada kızartma yok, patlıcanın sarılabilir olması  için ince ince dilimliyor ve tuzla yumuşatıyoruz.

Malzemeler:

4 adet ince uzun patlıcan (mümkünse çekirdeksiz olmasına dikkat edilmelidir)
150 gram kıyma
1 adet orta boy soğan
1/2 demet maydanoz, dereotu
3 adet orta boy domates
2 diş samısak
Tuz, kekik, kırmızı biber
Sıvı yağ

Patlıcanlar yıkanıp sapı kesildikten sonra boyuna olarak ince ince dilimlenir. -Ben bu iş için salatalık-patates kabuğu soyacağı kullanıyorum.- Dilimler 2 mm'den kalın olmamalıdır.

Dilimlenen patlıcanlar üzerine tuz serpilerek bir süzgece alınır. Güneşte acı sularını bırakmaları için 30 dakika kadar bekletilir.



Soğan yemeklik olarak ince ince çentilir. Maydanoz, dereotu kıyılır. Baharatlar ilave edilerek kıymayla iyice yoğrulur. -Patlıcanları tuzladığım için iç harcına tuz koymuyorum. Siz ağız tadınıza göre tuz ilave edebilirsiniz.-

Patlıcan dilimleri avuç içinde nazikçe sıkılırak acı suyu tamamen çıkarılır. Bir ucuna dilimin büyüklüğüne uygun miktarda iç harcından konur ve muska şeklinde sarılır.



Dibine maydanoz sapı serilmiş tencerenin içine dizilir. Üzerine 6-8 parçaya kesilmiş sarmısak, rendelenmiş domates ve üç yemek kaşığı sıvı yağ eklenerek kısık ateşde yaklaşık 40 dakika pişirilir.

Afiyet olsun.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Hurmalı Pasta



Cafe Pepela'nın Hurmalı Pastasını denedim.  Lütfen görüntü için buradakini  dikkate alın. Benim Pepela kadar iyi resim çekemediğim ortada, ama lezzeti sanırım onunkine yakın olmuştur. Tarifine ulaşmak için tıklayınız.

Kek kısmında tarifi aynen uyguladım. Sadece elimdeki dark kakao olmasına rağmen yeterli koyuluğu sağlayamadığım için kakaoyu iki kaşık koydum. 2 bardak un da benim ölçülerim için yeterli oldu.

Krem şantiyi hazırlarken elimde condensed sweetened milk olmadığı ve bunun krem şantiyi biraz daha koyu kıvamda olmasını sağladığını farz ederek (çünkü nasıl olduğunu bilmiyorum) normal krem şanti yerine bir firmanın çıkardığı kaymak tadında krem şantiyi kullandım. Paket içindeki poşetlerden birini 1 bardak normal sütle hazırladım. Bu miktar pastanın tamamı için yeterli oldu.

Pişirme süresi fırına göre değişiyor, benim fırınımda 20+10 dakikada pişti, bir dahaki sefere 15+15 dakika denemeyi düşünüyorum.

Sıcak kekin üzerine sanırım  fırınım fazla pişirdiği için 8-10 kaşık süt koymam gerekti.

Üzerine eklenen sosu da tamamen Pepela'nın tarifine göre hazırladım.

Yorumlara gelince;
Önce ben: Kekinin iki yumurtayla hazırlanması ideal, ulaşılan lezzet harika. Bunu temel tarif olarak alıp espresso ve hurma harici diğer lezzetlerle de deneyeceğim.


Eşim: Hurması nerede bunun?
Hurmayı püre olarak içine koyduğum için ve sanırım espressonun da etkisiyle hurmayı çok fark edemedi. Eşim gibi hurmayı hurma olarak yemeyi  çok sevenler için, içine birkaç hurma çiğ haliye kıyılarak eklenebilir ya da hurma ile süslenerek sunum yapılabilir.

Çocuklar: Şimdiye kadar yaptığın en güzel tatlı!

Son söz: İlk başta sanki çok malzeme varmış, yapması çok oylayıcıymış gibi bir izlenim veriyor ama kesinlikle öyle değil.  Ayrıca çok bereketli, verilen ölçülerle fazla sayıda misafire yetecek kadar ve herkesin beğenerek yediği bir pasta elde ediyorsunuz.  Teşekkürler Pepela.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Çığrından Çıkmış Zaman


Çığrından Çıkmış Zaman
Philip K. Dick

P.K.Dick sevdiğim bilim-kurgu yazarlarındandır. Kitaplığımızı karıştırırken daha önce okumadığım bu kitabına rastladım. Bilim-kurgu meraklısı eşim eski-yeni kitapçılarda bulduğu tüm bilimkurguları toplar. Bilim-kurgu türü benim de ilk göz ağrılarımdan, hala da severek okurum.

Kitap Dick’in gözde konusu “yaşadığımız zaman ne kadar doğru?”, “yaşadığımız mekan ne kadar gerçek?” temasında. Artık bu akım Matrix’le zirveye ulaşmış gibi görünse de uzun aradan sonra yeniden bir P.K.Dick kitabı okumak bana zevk verdi (bazı cümleleri anlayabilmek için saç baş yolduran çeviriyi göz ardı edersem).

1950-60’lardaki uzay araştırmalarındaki hızlı ilerlemeler bu devir bilim kurgu yazarlarında 90’larda gezegenler arası yolculukların yapılacağı en azından Ay’da koloniler kurulacağı düşüncesini yerleştirmiş. Bu ilerlemelerin olmaması onlar için ne büyük hayal kırıklığı olmuştur.

Uzaya gidilemeyeceği –en azından daha birkaç nesil boyunca- anlaşılınca yazarlar başka dünya hayallerine daldılar. 80-90’lar Tolkien’in orta dünyasının yeniden keşfi ve orta dünya türevlerininn zamanı oldu. Uzay gemilerinin yerini ejderhalar aldı. Bu kitapların çoğunu da zevkle okudum.

2000’lerde ise büyüler, vampirler, kurt adamlar hakim oldu popüler kitaplarımızın dünyasına.

Geçmişin yazın kültürüne göz atmak iyi oluyor. Benim için Ubik, Gökteki Göz, Vulkan’ın Çekici gibi kitapları yazan P.K.Dick için geçmişin yazarı demek haksızlık olsa da.

Yüksek Şatodaki Adam’da II. Dünya Savaşının galiplerinin Almanya ve Japonya olduğu bir dünya kurgulayan Dick, bu kitabında Ay’lıların haklı olduğu bir Dünya’lı-Ay’lı savaşı tasarlamış. Yazarın kendi iç dünyasının gelgitlerinin yansıdığı, zaman ve mekan karmaşası yaşayan kahramanların arayışları ve gerçeğe ulaşmaları ile süren kitap, kahramanların taraflarını seçmeleri ile sonlanıyor. Savaşı kimin kazandığını ise her okuyucu kendisi belirleyecek.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Kahveli Güllaç


Güllaç iftar sofrasının simgelerinden ama bizim evde çok da aranmıyor. Bir paket güllaç bize tüm Ramazan boyunca yeterli oluyor ve yenebilmesi için klasik tarifin dışına çıkmak gerekiyor. Bu Ramazanın ilk güllacı kahveli oldu. Damak tadına göre süt, şeker ve kahve miktarları değişebilir, ben aşağıdaki gibi hazırladım.

Malzemeler:

2 adet güllaç yaprağı
1 su bardağı süt
1 tatlı kaşığı garnül kahve
4 çorba kaşığı toz şeker 

İçi için:
1 su bardağı süt
1 çorba kaşığı un
50 gram bitter çikolata

Hazırlanışı:

1 su bardağı süt ve un, un kokusu geçip koyulaşana kadar karıştırılarak pişirilir. Ocağın altı kapatıldıktan sonra çikolata parçaları ilave edilir, çikolatalar erirken biraz karıştırılarak iki renkli kıvamlı bir karışım elde edilir. Karışım tamamen soğuduktan sonra kullanılır.

1 su bardağı ılık süt içinde granül kahve ve şeker eritilir. Soğuduktan sonra güllaç yapraklarını alacak büyüklükte bir tepsiye dökülür.

1 yaprak güllaç tepsiye alınır, kahveli süt karışımına batırılarak yumuşaması sağlanır. Yaprak her iki ucundan kıvrılarak ortada birleştirilir. Elde edilen dikdörtgenin uzun kenarı boyunca hazırlanan iç konur ve kol böreği sarar gibi sarılır, ortadan ikiye kesilerek ayrı bir kaba alınır. İkinci güllaç yaprağı için de aynı işlem uygulanır. Kalan süt karışımı ruloların üzerine gezdirilir. En az 2 saat buzdolabında bekletilir,  istenen uzunlukta kesilerek servis edilir.

Afiyetle...

15 Ağustos 2010 Pazar

Zeytinyağlı Taze Börülce





Zeytinyağlı Taze Börülce

TV'de eski yemek tariflerini okuyabilmek için Osmanlıca öğrenecek kadar meraklı bir yemeksever Osmanlı saray mutfağında iftarda zeytinyağlı yenmediğini söyledi. Bunu ilk kez duydum.

Belki iftarda ağır geleceğini düşünüyorlardı, belki de haklılar. Ne de olsa insan sindirim sistemi sellulozu sindirecek şekilde yaratılmamış. Yine de zeytinyağlı yemeğin bulunmadığı bir sofra düşünemiyorum.

Benim pişirdiğim zeytinyağlılarda genellikle soğan önceden kavrulmaz, tüm sebzeler birlikte kendi suyunda çevrilirler. Kavurma işleminin lezzeti artırdığı kesin, ama diğerinin daha hafif olduğu, mideyi daha az yorduğu da gerçek.

Malzemeler:

1/2 kg taze börülce
1 büyük boy soğan
3 orta boy domates
1 çay kaşığı toz şeker
3 yemek kaşığı zeytinyağı
Tuz, 



Yapılışı:
Börülcenin varsa kılçıkları ayıklanır, 3-4 parçaya bölünür ve yıkanır. Soğan yemeklik, domatesler küp şeklinde doğranır. Tüm malzeme düdüklü tencereye alınır. Yaklaşık 5 dakika  orta ateşte sebzeler suyunu salana kadar ara ara karıştırılarak pişirilir. Düdüklünün kapağı kapatılır, buhar valfi kapatıldıktan sonra ocağın altı kısılır ve 15-20 dakika pişirilir.

Soğuduktan sonra afiyetle yenir. 



14 Ağustos 2010 Cumartesi

Şipşak Çorba


Malum işten gelince mutfağa giriyoruz. Kimi zaman hevesle çeşit çeşit yemekler yapıyoruz. Kimi zaman da tabiri caizse kolumuzu kaldıracak halimiz kalmıyor.

Her zaman zor, zahmetli yemekler pişiren teyzem böyle günlere çare bir çorba önermişti yıllar önce. Bir TV programında bir tiyatro sanatçısı tarafından tarif edilmiş. Sanatçının adını da söylemişti teyzem ama unutmuşum.

Malum gösterilerini aç karna yapmayı tercih ediyor tiyatro sanatçıları. Oyundan sonra da hemen kuliste ya da binanın neresi müsaitse bu çorbayı pişirirler ve karınlarını doyururlarmış. İlk duyduğumda garipsemiştim. Bir sanatçının nedense daha cafcaflı bir hayatı olduğunu düşünüyor insan ama bakıyorsunuz onlar da sıradan insanlar gibi bir tencere çorbanın başına oturup karın doyuruyorlar.

Bu çorbanın bir adı var mı bilmiyorum. Yemeğe fazla zaman  ve emek harcayamayacağım günlerde bu çorbayı koyuyorum menüme. Hazır çorba kullanmaktan olabildiğince kaçan biri olarak iftara acele yemek yetiştirmek zorunda olduğum günlerde de tarhana çorbası veya bu şipşak çorba benim kurtarıcım oluyor. Benimle aynı sıkıntıları yaşayanlar için işte tarifi:

Malzemeler

1 yumurta
1 yemek kaşığı un
4 yemek kaşığı yoğurt
1 tatlı kaşığı tereyağı pişerken içine, 1 tatlı kaşığı tereyağı nane ile kavrularak üzerine
3 veya 4 bardak su (çorbayı ne kadar yoğun sevdiğinize bağlı su miktarı)
Tuz, nane

Yapılışı

Yumurta, un, yoğurt çırpılır. Su eklenir, 1 tatlı kaşığı tereyağı da ilave edildikten sonra un kokusu kaybolana kadar karıştırılarak pişirilir (Göz göz olmaya başladıktan sonra yaklaşık 3-4 dakika daha). Tuzu eklenir.

Üzerine 1 tatlı kaşığı tereyağında kavrulmuş nane gezdirilerek servis edilir.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Hayırlı Ramazanlar

2010'un İlk İftarı

Her ne kadar yaz sıcağından bunalsak da iftarda çorbadan vazgeçmem mümkün değil. Aç mideyi rahatlatacak yegane yemek bence. İlk çorbamı da Mihriban’ın tarifiyle yaptım: Eşkili Maraş Çorbası. Su kaybımız yüksek olduğu için tane miktarını azalttım, su miktarını artırdım. Orjinal tarife göre salça miktarım biraz fazla oldu ama lezzeti yerindeydi. Sumak ekşisi ne de güzel yakışmış bu besleyici çorbaya. Tam bir öğünü içeren bu tarifi için Evimizdeki Lezzetler'e tekrar teşekkürler.



Gerisi iftariyelikler, bol salata, zeytinyağlı fasulye, pilav. Yeter de artar bile. (Gene etten kaçmışım, neyse ki Mihriban'ın çorbası bol bitkisel protein içeriyor.)

 

İftar sonrası tatlısı olarak da Aylin’in Meyveli Kümbet Pastasını yaptım, ister istemez birkaç değişiklikle. Süsleme oğlum ve kızıma ait. Bu bol meyveli serin tatlı da iftar sonrası çok iyi geldi. Çocuklarımdan Aylin'e kocaman teşekkürler.



Biz  lezzetli yiyeceklerle iftar yaparken, bir lokma ekmek, bir yudum su bulamayanlar için de yardım etmeyi ihmal etmeyelim ki bu lezzetleri hak edelim.

Hayırlı Ramazanlar

10 Ağustos 2010 Salı

Kontrbas



Kontrbas
Patrick Süskind

Sanırım daha ikinci ya da üçüncü sınıftaydım. İncecik bir kitap buldum kitaplığımızda. Oldukça eski, kapağı yırtılmış, sayfaları ayrıldı ayılacak. "Tren düdüğü çalar, çocuklar yaklaşır" diye başlıyordu. Sonuna kadar okudum. Bir çocuk piyesiydi kitap, o kadar çok sevdim ki. Sonra babam ya da ağabeyim hatırlamıyorum hangisi olduğunu, o kitaba bir kapak yaptı, üstüne de yeşil zemin üzerinde büyük pembe çiçekleri olan bir defter kabıyla kapladı da ben daha çok uzun süreler o kitabı okuyabildim.

Sonra Orman Dile Geldi diye başka bir piyes bulup onu okudum defalarca. Orman ağaçlarının her biri sahneye çıkıp kendilerini ve yok olurlarsa insanların neler kaybedeceğini anlatıyorlardı.

Oyun okumalarım böyle başladı işte. Oyunları okumaktan o kadar zevk alıyorum ki. Sahneleri kuruyorum zihnimde, her bir karakteri ben oynuyorum. Godot'u Bekliyorum, Kral Lear'ın soytarısı oluyorum veya bir kafatası tutuyorum elimde.

Kontrbas da bir oyunmuş meğerse. Yazarı için almıştım. İyi ki de almışım, ne kadar zevkle okudum anlatamam. Diğer oyun kitaplarım gibi tekrar tekrar okuyacağım ve yaşayacağım onu da, kah kontrbasçı kah kontrbas olarak.

8 Ağustos 2010 Pazar

Yoğurtlu Deniz Börülcesi



Yoğutlu Deniz Börülcesi

Dedemin bahçesi denizin hemen kenarındaydı eskiden, şimdi önünden yol geçti denizle bağlantısı kalmadı. Eski zamanlarda denizin zaman zaman dalgalarıyla yaladığı tuzlu topraklarda bolca deniz börülcesi yetişirdi kendiliğinden. Biz de istediğimiz kadar toplar salatasını yapardık.

Deniz börülcesi salatasında da farklı soslar kullanılır diğer ot salatalarında olduğu gibi.  En çok zeytinyağı, limon, sarmısak üçlüsüyle, bazen taratorla  yapılır. Benim tercihim ise çoğunlukla yapılanın aksine yoğurtlu deniz börülcesi.

Malzemeler

İki demet deniz börülcesi
1 su bardağı yoğurt
2 yemek kaşığı sızma zeytinyağı
2 diş sarmısak

Deniz börülcesi alırken mümkünse ilk çıktığı mevsimde alınmalıdır. Daha ince uzun iken. Daha sonra yan dalları çıkar, bu salkım saçak deniz börülcesini ayıklamak zordur ve içinde kılçığı kalmışsa yemesi de bir işkencedir.



Deniz börülcesi bol suyla iyice yıkanır. Sararmış, kullanılamayacak bölümleri ayıklanır. 15 dakika kaynatılır. -Kaynama sırasında çıkan koku lezzettin habercisi gibi görünmese de siz devam edin - İsterseniz düdüklü tencere kullanarak zamanı kısaltabilirsiniz.


Deniz börülcesi pişince suyu süzülür. Biraz soğuduktan sonra ayıklama işlemi başlar. Aslında ayıklaması kolay ve zevklidir. Bir elinizle kalın tarafından tutar diğer elinizle bakır kablonun üzerinden plastiğini çıkarır gibi çekersiniz.

Kılçıkları temizlenmiş deniz börülcesi yoğurt, zeytinyağı ve ezilmiş sarmısak sosuyla karıştırılarak servis edilir. Deniz börülcesinin yetiştiği yere göre doğal tuzluluğu ve ekşiliği farklı oluyor. Tattığınızda herhangi biri damağınıza az gelirse tuz, limon suyu ekleyebilirsiniz.

Afiyet olsun.

6 Ağustos 2010 Cuma

Zemberekkuşu'nun Güncesi



Zemberekkuşu'nun Güncesi
Haruki Murakami

Sonunda her şeyi tek tek açığa kavuşturan romanlardan çok hoşlanmam, bazı şeyleri hayal gücümle kendim tamamlamalıyım. Ama bu kitapta çözemediğim-tamamlayamadığım çok şey oldu. Kafamı kurcalayıp duruyor.

Muskat'ın kocası niye parçalandı? Tarçın'ın gördüğü gömülen yürek geleceğe ait bir görüntü müydü? Girit'in Korsika adlı bir kızı oldu mu? Deriyüzücünün laneti niye tuttu, Girit bu laneti bozdu mu? Kırmızı plastik şapka neyi temsil ediyordu? Kuyruğu kıvrık kediyle kuyruğu düz kedi arasındaki yedi fark ne?

Kitabı okuyanlar diyecek ki adamın iç yolculuğuna dalmadın, paralel evrenini yaşamadın da bunlara mı takıldın? Evet bunlara takıldım. Tekrar mı okumalıyım acaba bu kadar çok şeyi anlamadığıma göre.

Ana tema önceden okuduğum iki kitabıyla aynıydı. Murakami'nin kahramanı gene kaybettiği bir şeyi arıyordu tutkuyla. Buldu mu, çok emin değilim. Murkami'nin karakterlerini az çok tanır oldum. Anti-bize-öğretilen-japon diye özetleyebilirim. Amerikalıların çok çalışmaları haksız rekabet oluşturuyor dediği Japonların aksine kitap kahramanları iş kolik değil hatta işsizler, iç dünyalarını iş dünyalarından daha üstün tutuyorlar. Geleneksel olduklarına dair diktelerin aksine bu Japonlar batı müziği dinliyor, batı sporları yapıyor, batı yemekleri yiyor, batı içkileri içiyor, aile ilişkileri dahil batı usulü yaşıyor. (Hayret! hala eve girerken ayakkabılarını çıkarıyorlar.)

Zemberekkuşunu ilk kez duydum, hangi kültürlerde var acaba? Bir kuşun yaşamın zembereğini kurması bu kitapta  en çok  hoşuma giden fikirdi. Bir gün kurmayı unutursa her şey aksıyor, karışıyor. Yaşadığımız aksaklıkların sorumlusu biz değiliz. Hey! Zemberekkuşu işini doğru dürüst yapsana sen!

Ama bu zemberekkuşunun sesini duymak pek hayra alamet değil. Duyanlar hayret edilecek şekilde doğal karşıladıkları doğaüstü konumlarda buluyorlar kendilerini.

Çin-Japon çatışmasını, Japon-Rus savaşını acıyla izledim. Savaşlar sırasında gerçekten yaşandığına inandığım yüreğimin kaldıramadığı bölümlerde ikişer üçer sayfayı atladım. Gerisini -müstehcen sahnelerden rahatsız olsam da- severek merakla okudum.

Bir de not: Buradaki ördekler sıcak ülkelere uçuyordu göl donunca. Sallinger ise bunun cevabını vermemişti.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Zeytinyağlı Taze Barbunya



Zeytinyağlı Taze Barbunya

Barbunyayı yemekten çok ayıklamasını severim. Heyecanla açarım her kabuğu, her barbunya tanesi ayrı bir sürprizdir benim için. Renklerine şekillerine bakarım tek tek. Kendimce güzellik yarışması yaparım aralarında, her biri ayrı güzel olsa da.

En büyük hayal kırıklığım da pişince  hepsinin kararması, limon koyunca da renklerinin solması ya da üzerindeki çizgilerin silikleşmesidir. Keşke çiğ yiyebilseydik, ne muhteşem bir görüntüleri olurdu tabakta.


Taze barbunyayı genellikle ayşekadın fasulye ile pişiririm. Senede bir-iki kez de barbunya pilakiden izler taşıyan zeytinyağlısını yaparım.

Malzemeler:

1/2 kg taze barbunya (kabuklu olarak yarım kilo alıyorum, ayıklayınca kaç grama düşüyor bilemiyorum.)
1 orta boy soğan
2 orta boy domates
1 havuç
1 ufak patates
1 diş sarımsak
3 yemek kaşığı zeytinyağı
4-5 damla limon suyu
Tuz

Yapılışı
Barbunyalar ayıklanıp yıkandıktan sonra bir tencereye konur, üzerini 1-2 cm geçecek kadar su ve barbunyaların beyazlaşmasını sağlamak için 4-5 damla limon suyu eklenir.  Yaklaşık 10 dakika kaynatılır.

Bu arada soğan ve domates yemeklik, patates ve havuç küpler halinde doğranır. Sarmısak 4-5 parçaya bölünür. Başka bir tencerede 3 yemek kaşığı yağ ile soğanlar sararana kadar çevrilir. Sarmısak, domates ve tuz eklenir. Domates yumuşayana kadar pişirilir. Ardından 2 su bardağı su eklenir.

Kaynatılan barbunyanın kara suyu süzülür. Tekrar yıkanmaz. Domateslerin üzerine koyduğumuz su kaynayınca barbunya, havuç ve patates eklenir. Ateş kısılır ve yaklaşık 40 dakika pişirilir.

Soğuyunca servis edilir. Afiyet olsun.

1 Ağustos 2010 Pazar

Şeker Tadında bir İnsandı Dedem



Şeker Tadında Bir İnsandı Dedem

Rahmetli dedeciğimi bir Ağustos ayında kaybetmiştik. Hayatımda tanıdığım en iyi insandı O. Ne hastalıklar geçirdi ne eziyetler çekti. Bir kez olsun of demedi, bir kez olsun yüzünü karartmadı.

Anneannemi hiç görmedim. Çok genç yaşta vefat etmiş, teyzem ve küçük dayım daha ilkokuldayken. Dedem düşünmemiş tekrar evlenmeyi, çocuklarıyla birlikte yaşamaya devam etmiş.

Haftasonları ağabeyimle beni bahçesine gezmeye götürürdü. Troleybüsden inince uzunca bir mesafe yürünmesi gerekirdi. Kurtuluş savaşında postacılık yapmış dedem. O kadar hızlı yürürdü ki koşar adım yürürdük ona eşlik edebilmek için. Portakal mevsimiyse tatlı portakal ağacının yanına götürürdü bizi, mutlaka yememizi isterdi. Neler yoktu ki dedemin bahçesinde: Portakal, mandalina, incir, badem, erik, dut, nar, iğde... İlk kalp krizini de bizi götürdüğü bir bahçe gezmesinin ardından troleybüs durağında geçirmişti malesef.


Kemeraltına indiğimizde saksı ve toprak sattığı dükkanına uğrardık. Hemen iki saksıyı ters çevirir,  tabure yapardı oturmamız için. Sonra pideciye götürür ikramlarda bulunurdu.

Ağabeyimi Dumlupınar'a, Tınaztepe'ye götürmüştü Kurtuluş Savaşı'nı anlatmak için. Ama ben çok küçüktüm, beni uzak yola götürememişti de ne üzülmüştüm.

Kurban Bayramında gözyaşı dökerdi kurbanlıkların ardından Allah'ın emri diye kurban kesse bile. İncittiği bir tek insan, hatta bir tek hayvan olmuş muydu acaba?

Sonra kalp krizleri, mide kanaması ve felç geçirdi. O adam eve mahkum oldu, konuşma yeteneğini yitirdi. Gene de gülümsemesini kaybetmedi.

Dedemin evi, dedemin ve sevgili teyzemin bize sunduğu bir çocuk cennetiydi. İki kardeş hergün giderdik nerdeyse. Hasta adam (ve de teyzeciğim) bir gün olsun şikayet etmedi bizden ve gürültümüzden. Ama bir konuda sitemi vardı bize. "Televizyonu sonuna kadar seyrediyorsunuz da niye bayrak ve askerler çıkınca onları seyretmeyip hemen kapatıyorsunuz" diye. (Çocuklarım ve gençler için bir not: Benim çocukluğumda tv yayını saat 24de biter ve İstiklal Marşı ile yayın sonlandırılırdı.)

Karnemizi alınca koşardık hemen dedemize göstermek için. Nadiren de olsa hoşuna gitmeyen bir notumuz olursa sadece "bu olmadı" derdi. Bayramlarda elimize tedavüldeki en büyük "banknot"u verirdi.

Dayılarım dedemi sevgili bahçesine her hafta sonu götürmeye devam ettiler, ama artık yürüyerek değil taa içine kadar arabayla. Gene başıyla ağaçları işaret eder gidin yiyin derdi kendisi gidemese de.

Sessizce bizi izlerdi pencerenin önündeki divanının üzerinden. Arada bir eğilir, çekmecesinden Kurtuluş Savaşını anlatan bir kitap çıkarır, tek tek komutanlarının resmini gösterirdi. Bizse en çok istiklal madalyasını görmek isterdik, onu kutsal bir emanet olarak saklardı.

Yıllarca diyet yaptı dedem. Ama sağlığında pilavın yanında hoşaf yoksa "şeker şerbeti yapın bari" dediğini söylerdi annem.  Pilavın yanına hoşaf tadında bir komposto yaptım ben de, şeftali ve armut kullanarak. Dedeciğimi rahmet ve özlemle andım. Mekanı cennet olsun.
Related Posts with Thumbnails