28 Ağustos 2009 Cuma

Zeytinyağlı Barbunyalı Taze Fasulye



Pişirmesi kolay, lezzetli, tam bir yaz yemeği. Bloğumda annemden öğrendiğim ve yapmayı sürdürdüğüm çocukluk tatlarımı paylaşmayı tercih ediyorum, bu da onlardan biri. Bu yemeğin özelliği barbunyayla birlikte pişirilip, soğuduktan sonra İzmir tulumu serperek sunulması. Tarifin ayşekadın fasulye ile yapılması gerektiğini hatırlatmak isterim, bu kombinasyon, örneğin çalı fasulye ile kullanılmamalı.
Malzemeler:
Yarım kg taze ayşekadın fasulye
250 gr taze barbunya
4 adet orta boy domates
1 adet orta boy soğan
Bir adet kesme şeker
Zeytinyağı
Tuz
Ayşekadın fasulyelerin kılçıkları çıkarılarak yaklaşık 3-4 cm boyunda doğranır. Barbunyaların taneleri alınır. Sebzeler yıkanır, suyu süzülür. Domates kabukları soyularak ince ince doğranır. Soğan yine ince ince çentilerek doğranır.

Bütün malzeme düdüklü veya klasik tencereye konur. Soğanlar önceden yağda pembeleştirilmeyip bütün sebzeler birlikte pişiriliyor, bu da yemeğin daha hafif olmasını sağlıyor. Orta ateşde domatesler suyunu çekene kadar kendi suyunda çevrilir. Yağ-tuz ölçüsü ağız tadına göre değiştiğinden vermiyorum. Ama çok yağlı bir taze fasulyenin rahatsız edici olacağını da hatırlatmak isterim. Bu ölçüler için ben 2 çorba kaşığı zeytinyağ koyuyorum. Suyunu çekmiş sebzelerin üzerini yarım santim geçecek kadar sıcak su eklenir. Barbunya su çektiği için sade taze fasulye yemeğine göre daha fazla su koymak gerekiyor. Düdüklünün kapağı kaptılıp yaklaşık 20 dakika pişirilir. Klasik tencerede pişiriliyorsa ara ara suyu kontrol edilip eklenir, kısık ateşde yaklaşık 50 dakika pişirilir.

Taze fasulye piştikten sonra ılıyıncaya kadar tencerede bırakılır (sebzeler sıcakken alınırsa parçalanır, şekilleri bozulur). Ilıdıktan sonra servis tabağına alınıp soğumaya bırakılır. Servis edilirken üzerine rendelenmiş İzmir tulumu serpilir. Afiyet olsun.

Cadılar Dışarıda



Cadılar Dışarıda Terry Pratchett


Diskdünyada başka bir serüven daha. Diskdünya çok sevdiğim ve Türkçe’ye çevrilen her kitabını okuduğum bir seri.

Diskdünya ile ilk kez bir bilgisayar oyununda tanışmıştım. Bir kitaptan uyarlandığını daha sonra öğrendim. Kitaplarını okurken diskdünyayı hayalimde bilgisayar oyunu çizimleri ile yaşıyorum. Diskdünyanın bizzat kendisini çok seviyorum, A’tuin’i, Ankh-Morpork’u hatta diskdünyanın “ÖLÜM”ünü bile çok seviyorum.

Eleştirmek istediği konuları diskdünyada yaşatıp alaya alan Pratchett şimdi de masalları hedef seçmiş kendine. Diskdünyanın tanınmış cadıları bu kez uzak diyarlara yolculuk ediyor ve acemi peri anneye yardımcı oluyorlar. Araba ve uşaklara dönüşen kabak ve fareler burada farklı bir yol izliyor. Masallara diskdünya gözüyle bakmak hem ilginç, hem de keyif verici.



Kötü Bir Yılın Güncesi




Kötü Bir Yılın Güncesi J.M. Coetzee


İlk kez bu formatta bir kitap okudum, başka yazarlar da denemiş midir böyle bir formatı bilmiyorum ama Coetzee bunu olağanüstü etkileyicilikte başarmış.

Kitabın kahramanı (İpuçları Coetzee’nin kendisi olduğunu gösteriyor.) günümüz olayları ve kavramlarını irdeliyor ve içtenlikle görüşlerini veriyor. Bazıları alışılmış, çoğunluğu çarpıcı. Hissettiğim ama adlandıramadığım pek çok konuyu benim için somutlaştırmış sanki (bazılarına katılmasam da). Hayran olduğum Rus Edebiyatı ve vazgeçemediğim yazarlar Tolstoy ve Dostoyevski hakkındaki görüşleriyle de beni ayrıca mutlu ediyor.

İlginç olan; aynı sayfada kahramanın entellektüel dünyasını okurken, orta bölümde o anlık düşüncelerini, içinden geçenleri, alt bölümde daktilografının ağzından daktilograf ve sevgilisinin düşüncelerini okuyorsunuz. Üç kişinin görünen ve görünmeyen (üç kişi-altı dünya) dünyalarını izliyorsunuz. Ve bu dünyalar bize o kadar yakın ki…

Coetzee mükemmel bir yazar olduğunu bir kez daha kanıtlıyor ve deneme tarzındaki kitabını roman sürükleyiciliğinde okutmayı başarıyor.

Koloni

Koloni JC Grange

Önce çeviriye, imla yanlışlarına takıldım. Sonra klasik Grange sürükleyiciliğine kapıldım. Gene midemin kaldıramadığı iğrençlikler vardı. Ama Grange böyle bir yazar, kitabını okumak istiyorsam bunlara katlanmalıydım. Katlandım da.

Grange’in kitaplarının bilgiye dayanan anlatımı vardır biliyorsunuz. “Kurtlar İmparatorluğu”nda “kına”dan anadoluda yetişen bir bitki diye söz ettiğinde, verdiği bilgilere pek de güvenmemek gerektiğini öğrenmiştim. Bu kitapda da kahramanının ağzından yoğurdu ermenilerin bulduğunu yazıyordu. Benim yoğurdu kimlerin bulduğuna dair sağlam kaynaklarım yok, iddiada bulunamam kimin bulduğuna dair. Ama bizim genel doğrularımızdan farklı olduğu için dikkatimi çekti.

Düdük ermenilerin bir halk enstrumanı, hatta Vangelis’in bir konser kaydında da çok severek dinlemiştim. Bu bizim bildiğimiz düdüklerin (acil durum çağrısı düdükler değil, çocukluğumuzda oyuncağımız olan flütle kaval arası bir yapıda olan düdükten söz ediyorum) orjinali değil mi? Ermenice'de telaffuzu belki "duduk"dur, fakat biz onu düdük diye telaffuz ediyoruz. Türkçeye çevrilmiş kitapda duduk diye okumak beni zorladı. Çok da önemli değil aslında neden takıldıysam.

Peki kitabı nasıl buldum. Ölümcül Çığlığın peşindeki bir nazi ardılının faaliyetleri asıl konu. (“ölümcül çığlık” Kur'an'da geçen "Sayha"yı hatırlattı bana.) Konu ilgi çekici ama olay örgüsü Grange kalitesine göre vasat kalıyor, sıradan bir sonla bitiyor. Başka bir yazarın kaleminden çıkmış olsaydı kitap (Örneğin Dan Brown. O kadar muhteşem bir kutsal kase öyküsünü bu kadar berbat bir şekilde romanlaştırıp mahvettiği için hala yazık edilen muhteşem konuya acırım) umursamazım ama Grange’dan mükemmeli beklememek elimde değil.

14 Ağustos 2009 Cuma

Yapboz "The Swiss Countryside"


Puzzle yapmak beni rahatlatıyor ve dinlendiriyor (bozmak? hayır!). Büyük bir puzzle yapmaksa büyük yer ve uzun süreyle yerleşeceği bir mekan istiyor. Bu nedenle bu puzzle'ı yazlıkta açtım. Hafta sonları gittiğimizde yapıyorum. Kulübeyi, gökyüzü ve dağları bitirdim. Sıra çimenlerde, ardından ağaçlarda. Bakalım ne kadar sürecek?

6 Ağustos 2009 Perşembe

Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında


Sınırın Güneyinde Güneşin Batısında Haruki Murakami

Sınırın güneyi anlaşılabilir, güneşin batısı ise beni epeyce düşündürdü.

Sahip olduklarımız neden yetersiz gelir, neden içimizde hep birşeylerin eksikliğini hissederiz. Eksik olana kavuştuğumuzda neden yetmez açlığımızı dindirmeye, neden kurtarmaz bizi yalnızlığımızdan? Onunla anlam kazanmış herşey nasıl birdenbire değersizleşiverir? Bilmiyorum… Az ya da çok herkes yaşıyor olmalı bunları. Yaşananları ifade edebilenler de böyle okunası romanlar yazıyor.

İlişkilerini aleni anlattığı bazı yerleri sevmedim, tiksinti uyandırdı bende açıkçası. Ama bu, romanı okumamı engellemedi. Bukowski’de yaşadığıma benzer bir duygu, tabi onda nefret daha fazla, Bukowski’yi hiç sevmiyorum, yazdıklarından iğreniyorum ama kitaplarını elime aldım mı okumadan bırakamıyorum. Buna benzer bir şey işte.

Kitap, adam ve "Leyla"sı üzerine yazılmış gibiyse de arka plandaki -bütün olanlara rağmen kocasının kendisine dönmesini (fiziksel, düşünsel, ruhsal, her yönüyle) bekleyen- eş de unutulmamalı.

5 Ağustos 2009 Çarşamba

Zahir

Zahir Paulo Coelho

Eski kitapçıdan alınmış dolayısıyla yeni okuduğum bir kitap.


Coelho’nun birkaç kitabını severek okumuştum. Ama bu kitapda sıkıldığımı söylemeliyim. Niye konuşmak derdini anlatmak varken, birisi kendi anlasın diye bu kadar beklenir ki. Tekdüzeleşmiş, otomatikleşmiş, sıradanlaşmış birlikteliklerde çıkış yolunu böyle aramaya kalkarsak yandık.


Bilgelik peşinde koşma adına yapılan şeyler bazen beni çok sıkıyor, anlamsız geliyor. Belki yazarın ulaştığı derin anlamlar benim için zahir olamadığı için.


Sıkıldığımı söylemem bu anlamda, yoksa kitap rahatlıkla okunuyor, hatta sonucu merak ediliyor, bazı güzel anlamlar da bulunuyor.

Kırmızı Ayakkabılar

Kırmızı Aykkabılar Donna Leon

Kırmızı Ayakkabılar klasik bir polisiye, sonunu yaklaşık olarak tahmin etseniz de kendisini merakla, sıkmadan okutuyor.


Venedikli polisin cinayet araştırmasını okurken en çok ilgimi çeken İtalyan bürokrasinin bizimkine benzerliğiydi. Polis komiseri su-elektrik gibi faturaları bütün İtalyanların en az 10 yıl sakladığını, günün birinde kendilerine ödeme yaptıkları halde borç çıkarılacağını bildiklerini belirtiyordu örneğin. Rüşvet, adam kayırma, nüfuz kullanımından bahsetmeye gerek bile yok.


Cep telefonunun kullanılmadığı, klimasız ofislerde buram buram terleyerek çalışıldığı, internetin olmadığı, bilgisayarın nadiratdan olduğu, e-mail’in adının bile geçmediği bu kitap çok eskiden yazılmış gibi bir izlenim bıraktı. Oysa 1994 de yazılmış. Ne çabuk alışmışım yeni teknolojiye, (filmlerin etkisi herhalde) bu kitapta çok eksikliğini hissettim.


Aslında kitapta sorgulanan konu toplumun eşcinselliğe bakışı. İsterse bir avrupa ülkesi, rönesansın doğduğu topraklar olsun, toplumların bu konuya bakışları değişmiyor, bu kitapdan bana kalan işte bu.
Related Posts with Thumbnails