Güney Amerika hep ilgimi çekmiştir. Şili ise ta çocukluk çağımdan ağzından ya da ellerinden kan damlayan Pinochet karikatürleri ile yer etmiştir zihnimde. Ardından Neruda'yı tanıdım ve Şili'yi Neruda'nın gözünden öğrendim. Güney Amerika bu kadar ilgilimi çekerken Ruhlar Evini okumakta çok geç kalmışım.
Kitabın sürükleyiciliği, yazarın başarısı gibi konuları düşünemedim kitabı okurken. Çocukluğumu 70'lerde yaşadığım için ister istemez o günün değerleri ile bu günün değerlerini karşılaştırmaya girdim. İdeallerin değişmesine şaşırdım. Boşuna çabalar, anlamsız savaşlar peşinde miyiz aslında diye hüzünlendim.
İlk bölümler gerçekle gerçekdışılığın iç içe olduğu bir anlatımla ilerlerken, Clara'nın ölümünden sonraki bölümleri artık bir roman olmaktan çıkıyor. Diktanın kötülükleri ard arda sıralanıyor, kitabın kurgusu ile bağlantılanamıyor, boşlukta kalıyor sanki. Yaşananların gerçekliği bilindiği için insan etkileniyor, ama bu etkilenme yazarın anlatımından değil, gerçeklerin acısından geliyor. Sıfıra sıfır, elde var sıfır düşüncesiyle kıvrandırıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder