Sinema afişlerine önem veririm. Afiş çekiciliği filmi izleme isteği uyandırır, başından 1-0 galip yapar gözümde.
Kış Uykusu da afişiyle galip başladı. Diyeceksiniz, ortada Nuri Bilge Ceylan var, harika oyuncular var, bir de büyük ödül var ama sen ön galibiyeti afiş üzerinden veriyorsun. Ne yapayım, benim gerçeğim de bu.
Filmi izlemeyi düşünenler lütfen aşağıda yazdıklarımı okumasınlar. Kendimce yorumlarken minik minik spoiler kaçırabilirim klavyemden.
Kış uykusuna yatmış doğanın muhteşem manzaralarının önünde kendilerini kış uykusuna mahkum etmiş insanları izliyorsunuz uzun süre. Sonra fark ediyorsunuz ki doğanın her parçası kış uykusunda değil. Nehir uslu uslu olsa da akıyor, kar taneleri uçuşarak kirleri kapatıyor, bir tavşancık yazgısını bilmeden, bilmeye ihtiyaç da duymadan anı yaşıyor, bir yılkı at tutsaklığına itirazdan vazgeçmiyor.
Filmin süresi 3 saatten fazla. Bu 3 saati sıkılmadan geçirdim sinemada fakat yine de daha kısa olmasını tercih ederdim. Bir kitap okur gibi arada kısa fasılalar vererek izlenmez filmler. Bir kez 10 dakika ara vererek 3 saat 16 dakikayı sinema salonunda geçirmek yorucu oluyor malesef.
Fiziksel olarak o kadar saat hareketsiz oturmak gerçekten yorucuydu ama film hiç yorucu değildi. Motivasyonunu yitirmiş, bahar gelince uyanma umudu bile olmadan kış uykusuna yatmış karakterle bile izlenesi bir senaryo yazılmış, oynanmış ve filme çekilmiş. Başarı bu olsa gerek.
Kasvetli odalarından kasvetli karakterlerin kasvetli ruhları bize yansıyorken birden gülümsüyor, hatta gülmeye başlıyorsunuz. Kafalarını karıştıran sorulara ortak oluyor, sizin de kafanız karışıyor. Aydın bunalımı deyip dudak bükemiyorsunuz Aydın ve Necla'ya. Nihal'in neyinin eksik olduğunu görebiliyorsunuz. Köylülerin basit hayatlarının karmaşıklığına dalıyorsunuz.
Evinin önündeki mezbelelikten rahatsız olmadan, temizlemeye, düzeltmeye gerek duymadan kanıksadıkları yaşamı sürdüren köylülerden bir farkı yok Aydın'ın. Ruhundaki ataleti, beynindeki önkabul mezbeleliğini silkeleyip atmadan yaşayıp gidiyor. Eşelemeye, derine inmeye, özünü görmeye hiç niyeti yok ne kendisinin ne de çevresinde olan bitenin.
Beğendiğim afişi bir tablo olarak evin genç hanımının odasında görüyorduk (Ah benim kültürsüzlüğüm! Meğer ne meşhur bir tabloymuş bu resim).
Bir küçük fotoğraf da dolabın üzerinde; minik çocuklarla çekilmiş bir sınıf fotoğrafı. Her ikisinde de bir kadın. Çökmüş adama seyirci kalan, kendisi de çökmenin eşiğindeki kadın, diğer resimde ellerini uzatabilmenin sevinci içinde.
Gördüğü yaşadığı her şeyden memnun Japon çift, anın ötesini düşünmeden yaşamayı seçen genç, başka dünyalara anlık geçişler sağlasa da kahraman kısa sürede o dünyalara sırtını dönüp yüzünü kapamaya devam ediyor.
Replikler bir tiyatro eseri gibi edebiydi, yer yer klişe konularda klişe repliklerle film izlediğime uyandırsa da, çoğu, içine alıp sürüklüyordu. Haluk Bilginer'in Masumiyet'teki tiradının tadı damağınızda kaldıysa Kış Uykusu ile kaldığınız yerden devam edin.
Teknik konuları anlamam ama mekan çekimleri de çoğunlukla birer eserdi, tablo izler gibi dalıp gidiyordum.
Oyuncuların doğallığından söz etmeme gerek var mı? Başrolde adı geçenlerin önceki başarıları da ortada. Kahya, çocuk, imam, öğretmen, arkadaş hepsi yaşayan karakterler.
Senaryodaki gülümseten, güldüren öğeler ve repliklere dikkat çekmek isterim. Komedi filmi çektiğini ve komedi filmi izlediğini düşünenler bir de Kış Uykusu'na baksınlar, bayağı olmadan da güldürülebileceğini ve gülünebileceğini fark etsinler.
Beğenmediklerim de vardı elbette. Benim açımdan mesajın vuruculuğunu öldüren, senaryoya yedirilememiş, iğreti kalmış bir sahneydi paraların savrulması. Sevda diye seslenip kahve isteyecek biri şeklinde işlenmiş hoca karakterinin kahve getirmeye gitmesi sırıtırken sahne de sahtelişiverdi gözümde. İyi ki Melisa Sözen'in muhteşem performansı vardı da toparlandı sahne.
Filmin sonunu yorumlamak herkesin kendisine kalmış. Benim açımdan hiç de karamsar değildi sonu, kış uykusundan uyanışı anlamayı tercih ettim ben.
İyi seyirler...