30 Ekim 2010 Cumartesi

Cezeryemsi


Sonbaharla birlikte kavuştuğumuz lezzetlerden biri de siyah havuç. Bizim pazarlarımızda çok bulunan bir sebze değil. Bulduk mu kaçırmıyoruz, mutlaka alıyoruz. Turuncusu da siyahı da çiğ olarak severek tüketiliyor evimizde. Bulunca bir de cezeryeye benzeyen tatlısını yapıyorum.

Cezerye de çok sevdiğimiz bir lokum çeşidi, ama nasıl yapıldığını bilmiyorum. Kendimce cezerye lezzetini hatırlatan bir şeyler yapıyorum. Cezereyeden daha yumuşak oluyor. Cezeryeye biraz benzediği için adını cezeryemsi olarak verdim.


Malzemeler:
Standart bir tarif uygulamıyorum. Son yaptığım cezeryemsideki malzemeleri ve miktarlarını bir fikir olması için yazdım.
5 adet orta boy siyah havuç
5 adet orta boy turuncu havuç
1 su bardağı şeker
2 çorba kaşığı sıvı yağ
1 tepeleme çorba kaşığı nişasta
1/2 çay bardağı su
2 adet karanfil
1 tatlı kaşığı tarçın
1/2 çay kaşığı zencefil
1 su bardağı iri dövülmüş badem, ceviz, fındık karışımı
2-3 çorba kaşığı hindistan cevizi


Yapılışı:

Havuçlar yıkanıp soyulduktan sonra rendelenir. Kalın tabanlı bir tencereye konur, üzerine şeker eklenir. Kısık ateşte kendi suyuyla ara ara karıştırılarak pişirilir. (Pişirme sırasında içine tane karanfil atılabilir, ancak havuçların rengi çok koyulaştığı için sonradan içinden bulup çıkarmak zor oluyor. Karanfili dövüp sonradan içine atıyorum. Bu durumda da karanfilin acımsı tadı arttığı için az miktarda kullanıyorum)

Havuçlar iyive yumuşadıktan sonra 2 çorba kaşığı sıvı yağ eklenerek 4-5 dakika kavrulur. Bir çorba kaşığı nişasta yarım çay bardağı suda eritilir ve tencereye eklenir. Baharatlar da eklendikten sonra karıştırılarak yaklaşık 5 dakika daha pişirilir. Ilıyınca badem, ceviz ve fındık karışımı eklenerek karıştırılır. Kare veya dikdörtgen bir kaba dökülerek düzleştirilir. Tamamen soğuyunca kesilerek hindistan cevizine bulanır.

Afiyet Olsun

29 Ekim 2010 Cuma

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun


Balkon ağacım Bayrağımızın içeriden görünmesine bu kadar izin veriyor.

28 Ekim 2010 Perşembe

Ekim Tatları

İzlemeye yetişebildiğim bloglarda nefis tarifler görüyorum. Hepsini yapmak istesem de zamanım yetmiyor. Çoğu zaman alışkın olduğum tariflerle alel acele yemek pişiriyorum. Böyle olunca da denemek istediğim tarifler birikip duruyor. 

Sizlerden öğrenip uygulayabildiğim Ekim lezzetleri var bugün karşınızda. Tariflerini uygulayabildiğim ve henüz uygulayamadığım tüm arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler.

Tariflerde ufak tefek değişiklikler yaptım ama orjinal lezzetini tamamen değiştirmiş olduğumu sanmıyorum.Bu nedenle yine tarif vermedim. Eğer denemediyseniz size arkadaşlarımın sayfalarına bir kez daha dönmek düşüyor.

Artık havalar erken kararıyor. Ben işten gelip yemekleri yapıp fotoğraflayana kadar güneş çoktan uykuya çekilmiş oluyor. Ve henüz güneşsiz ortamda nasıl güzel fotoğraf çekileceğini öğrenemedim. Fotoğraflarımda renkler solgun ya da flaşlıysa aşırı parlak ne yazık ki.



Kremalı Mercimek Çorbası

Çorbam Mine'den. Yeşil mercimek çorbasını çok severim. Şimdiye kadar sadece salçalı ve şehriyelisini pişiriyordum. Tabaktaki kahverengi siyah görünüm tadını ne kadar sevsem de estetik gelmiyordu. Açık renk zeminde farklı renkler bana çok cazip göründü.

Fotoğraf çektiğimde sanki sütünü kestirmişim gibi görünmüş. Yerken hiç fark etmemiştim. Sanırm mikrokesilmeler olmuş ve fotoğraf makinem affetmemiş. 


Brokoli Yoğurtlaması

Brokoli çok yaptığım sebze haşlamalarından. Papatya 68 de yoğurtlamasını görünce hemen yaptım ve bir kez daha şimdiye kadar bu lezzetten nasıl mahrum kalmışım diye hayıflandım.


Pırasa Kavurması (Böreği)

Pırasayı da hamur işlerini de çok seven bana Aylin'den bir armağan oldu bu leziz tarif.



Cacıklı Köfte

Yöresel lezzetlere bayılıyorum. Sevgi de blogunda Antep yemeklerini çok güzel anlatıyor, tariflerini uyguladığımda hep güzel sonuçlar alıyorum.


Mantar Soslu Bonfile

Et yemekleriyle aram pek iyi olmadığından dağarcığım da çok zayıf. Eylemin bu tarifi imdadıma yetişti. Ben bile iştahla yedim.


 Havuç Mücveri

Daha önce bahsettiğim Eylemin havuç mücveri tarifi artık mutfağımın demirbaşlarından. Bir kez daha teşekkür etmek istedim Eylem'e.


 Samsa Tatlısı

Bu pratik tatlıyı mutfağıma kazandıran ise Sevil.


Pekmez Soslu Labneli Muhallebi

Bu ay iki tatlı. Pekmezin çekiciliğine Mine'nin tarifiyle kaptırdım kendimi.

Afiyetle....

25 Ekim 2010 Pazartesi

Turpotu Salatası


Pazarda yerini alan sonbahar otlarından biri de turpotu.  Bu lezzetli otu toplaması da çok zevklidir ama artık pazardan veya köşe başlarına oturmuş otçu teyzelerden alıyorum. Turpotunun salata için tercih edilen kısmı saplarıdır.  Ben yapraklarına da kıyamıyorum.


Bu salata da bir ot haşlaması. Kökü, kartlaşmış veya sararmış bölümleri ayıklanır, sapları tercih edildiği için yeşil yaprakları üstden biraz kesilir, çok iyi yıkanır.

Kaynayan suya demetler halinde atılır, yumuşayana kadar haşlanır. Kevgirle suyu süzülerek servis tabağına alınır. Limon, sızma zeytinyağı ve tuzla hazırlanan sos gezdirilerek servis edilir.

Afiyet Olsun.

Güncelleme: Miskokulu Lezzetler Mine, hem turpotunun hem de cibesin pişirilmesini ayrıntıları ile çok güzel anlatmış, görselleri de çok iştah açıcı.  Pişirmek isteyenler  eğer önceden görmedilerse öneririm, ziyaret etsinler. Mine'ye teşekkürler.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Uçurtma Avcısı


Uçurtma Avcısı
Halit Hüseyni

Kitabın methini çok duymuştum. Sonra Zeliha ve Seda'nın bloglarında  da gördüm. Arkadaşlarımın yazdıklarını okumayanınız varsa lütfen onları okusun, yazdıklarına tamamen katılıyorum. Kitap çok sürükleyici, elimden bırakamadım desem yeridir. Zaten sulu göz biriyimdir, epeyce de gözyaşı döktüm okurken.

Ama yazarın niyeti konusunda kuşkulanmadan edemedim. Yüreğimi dağladı, ağlattı, anlatılan olayların gerçekten olduğuna, bir şekilde yaşandığına da inanıyorum, yine de bazı şeyler vardı kitapta yazarın samimiyetini sorgulatan.

Merak ettim yazar hiç Afganistan'ı görmüş mü? Şoförün kitabın kahramanına sorduğu gibi, gerçek anlamda görmüş mü?  

Her ne kadar kapalı kapıların ardında her türlü rezilliği yapabilir olsa da  üst düzey Taliban görevlilerinden birinin ortalıkta altın köstekle dolaşabileceğine inanabiliyor musunuz? Sakalı olmayan erkekleri bile kabul etmeyen şekil düşkünleri buna izin mi verecekler?

Hepimizin yüreğini dağlayan çocuk istismarı niye bu kadar öne çıkıp babadan oğula geçen bir kader oluyor.

Neden Hitler'e hayran bir çocuk var. Neden bu çocuk sonraki katliamlarda başrol oynuyor. Hitler'den önce Hazaralarla Peştunlar gül gibi geçiniyor muydu, Tutsilerle Hutular hiç mi katletmediler birbirlerini, Pol Pot ondan esinlenerek mi ekti ölüm tarlalarını, Karadziç ve Srebrenitsa neden? Ya  Nixon ona mı öykündü Vietnam'ın her karış toprağını bombalarken ya da Bush vd ..... 

Kitabın kahramanı kültürlerinin nasıl yok edildiğini söylerken Taliban'ın yok ettiği Buda heykellerini örnek gösteriyordu. Merak ettim acaba kaç Peştun, ya da Hazara veya Tacik, Özbek Buda heykellerini kendi kültürleri olarak benimsemişti.

Peki nerede ABD, nerede Taliban'ın ebesi, kirvesi. Çıt yok.

İşin kolayına kaçmış gibi geldi bana yazar. Bir çocuk istismarı koy, bütün anneleri ağlat. Bir Hitler koy, okurların %99,99'unu kalbinden vur. Bombalanan Buda heykelleriyle kültürlerinin yok edildiğinden bahset, tüm entellektüeller mutlu olsun. Bir insanlık dışı ceza sahnesi koy, bütün islamafobikleri yanına al. Sonuna da bir imana dönüş koy da bütün müslümanlar mest olsun.

Çok mu abarttım? Başta da söyledim ya bir yandan bunları düşünürken diğer yandan da göz yaşlarımı tutamadım. Garip bir kitap velhasıl.

Peki neler öğrendim:

Babalarına "babam" diyemeyen çocuklar. "Baba" bunu dedi, "baba" şunu yaptı. Hadi kahramanı anladım, babası onu, o babasını benimseyememişti. Hasan'ın oğlu annesinden bahsederken annem diyordu da babasından "baba" diye söz ediyordu. Bu bir Afgan geleneği mi?

Birkaç yıl önce ABD'de en çok okunan şair'in bir Afganlı olduğunu duymuştum. Merak etmiştim bu Afgan'lı şairi. Sonra öğrendim ki o şair Mevlana Celaleddin Rumi'ymiş. Afganistan'da doğduğunu biliyordum, İranlı mı Türk mü tartışmaları yapıldığını da biliyordum. Bilmediğimse dünyanın onu Afgan şair olarak tanıdığıydı. Bu kitapta da adı o kadar çok geçiyor ki, en azından bu kitabı okuyan herkes onun Anadolu ile olan bağlantısını bilmeden Afgan şair olarak öğrenecek. 

Bir de Nasrettin Hoca, onu da tamamen Anadolu topraklarının meyvesi sanıyordum, öğrendim ki Afganların en sevdiği nüktedan, halk filozofuymuş.

Uçurtma da kışın uçurulurmuş oralarda, hem de bizim uçurtmalarımız gibi havada süzülüşünü görmekten zevk almak için değil, cam tozu sürülen uçurtma iplerinin silah olduğu, gökyüzünde yapılan bir savaşmış onlara zevk veren.

İtalik harflerle yazılmış yerel sözcükler, ortak miraslarımız. Köfte mesela.

Dal parçasına atılan çizik tüm kredi kartlarından, senetlerden çeklerden değerli.

Çocukluğunu birlikte geçirdiğin ama her zaman hizmetkarın olan adamın karısına tecavüz et, sonra kadın bu tecavüzün ürününü kucağına almadan, bu ahlaksız ortamdan kurtulmaya çabalarken  onurunu kaybetsin sonra da kaçtı, fahişe oldu diye suçlansın. En azından bizim Türk filmlerindeki gibi annen öldü de bari çocuğuna. Ama yok, kadın suçlanacak mutlaka. Eşinin namusunu koruyamayan adam da hala sonsuz bağlılıkla hizmet edecek o adama. Şimdi bin beter olabilir ama Afganistan'da kadının adı Taliban'dan önce de yokmuş.

22 Ekim 2010 Cuma

Cibes Salatası



Sonbahar otları pazarlarda yerini almaya başladı. Cibes de onlardan biri. Otlar genellikle yöreye özgü olurlar,  cibes ise sanırım  lahana olan her yerde bulunabilir.

Annem için enginarla yarışacak bir lezzetteydi cibes. Ancak ona göre pazarda cibes adıyla satılan otlar gerçek cibes değil çığmış lahana filizleriydi. Cibesin yabani lahana olduğunu ve bir lahana tarlasından ancak 5-10 kök çıktığını söylerdi.

Ben yine de cibes adıyla satılan otları alıyorum, bunların gerçek cibes mi yoksa lahana filizi mi olduğunu anlayamıyorum ama severek yiyorum.

Sebze ve ot seven herkesin seveceği bir lezzet cibes.  Hazırlaması da çok kolay Bütün otlar gibi, güzelce haşla, zeytinyağı ve limon gezdir afiyetle ye. Sadece haşlanırken çıkan kokuya katlanmak gerek.


Malzemeler

1/2 kg cibes
1 limon
2-3 yemek kaşığı sızma zeytinyağı
Tuz
Hazırlanışı

Cibesler  iyice yıkanır, suyu süzülür. Varsa kalın sap ve damarları ayıklanır.
Büyük bir tencerenin 3/4üne kadar su konur ve kaynatılır. İstenirse kaynama suyuna tuz eklenebilir. (Ben kaynama suyuna tuz koymuyorum, babam tansiyon hastasıydı, annem haşlamalara tuz koymazdı, ben de öyle alıştım)
Cibesler kaynayan suya porsiyonlar halinde atılır. Yumuşayıncaya kadar kapağı açık halde kaynatılır. Pişenler bir kevgirle servis tabağına alınır. İrice doğranır.
Ayrı bir kapta limon, zeytinyağı, tuz karıştırılır. Haşlanmış cibeslerin üzerine gezdirilir.

Afiyet olsun.

21 Ekim 2010 Perşembe

13.Basamak



13.Basamak
Ruth Rendell

Kadın polisiye yazarlarını  çok seviyorum. Sadece suçla kalmayıp insan pikolojisini ön plana çıkardıkları için seviyorum yazdıklarını. Ruth Rendell  de benim için ön sıradaki yazarlardan. 13.Basamak gibi basmakalıp bir ismi de olsa yazarını sevdiğim için aldım kitabı.

Kitaptaki yazım hataları beni yine çileden çıkardı. Çokca kitap basan ve oldukça da pahalıya satan bu yayınevini hoşgörmem imkansız. Ben de blog yazarken pek çok yazım ve anlatım hataları yaptığımın farkındayım ama ben profesyonel bir yayıncı değilim ve yazılanlardan para kazanmıyorum.  Yayınevlerinin yazım hatalarını gözden geçirip düzeltmemelerini aklım almıyor ve bir müşteri olarak aldatılmış hissediyorum kendimi.

Kitap dört karşılıksız aşk üzerine kurulmuştu. Aşıklardan biri cinayete kurban gitti,  biri hakettiği hapse düştü,  biri gerçeği görüp vazgeçti  ve bir diğeri umudunun karşılıksız olduğunu görmeden öldü. Çok basit bir özet verdim galiba. Ama ben zaten hiç kitap özeti vermem ki.

Bu kez kitabı eskiden okuduğum polisiye veya gerilim kitapları gibi okuyamadığımı farkettim. Bir genç kız annesi olunca okuduklarımdan huzursuz oldum. Ruhsal dengesi bozuk bir insanın olayları nasıl yorumladığı, sıradan davranışlardan nasıl çıkarımlarda bulunduğu, kendisini nasıl haklı gördüğü önüme serilmişti. Huzursuz oldum gerçekten, böyle patolojik bir insanı farketmek  ve önlem almak pek kolay değil.

Kitabın arkasında okuru sarsan beklenmedik bir son diyordu. Beni sarsan beklenmedik bir son bulamadım. Sanırım kastettiği hayalet. Hayalet sarsmak değil, katili ruhsal dengesi bozuk olarak kabul etsek de hallusinasyon görecek bir psikoz vakası olmadığını, neredeyse normal bir insan olduğunu göstermesiyle etkiledi beni.

Bir de ayrıntı; Yazar yaşlı bir kadını anlatırken, sokağa çıktığında başına bir şey gelir de hastaneye götürülürse diye en yeni iç çamaşırlarını giyen kuşaktan diye tanıtıyordu onu. Ne kadar tanıdık bir kuşak.

Rahmetli annem her uzun yola gidişinde cam, çerçeve, mutfak, dolap her yeri temizledikten sonra çıkardı evden. Gelene kadar nasıl olsa her yer toz olacak niye kendini yoruyorsun bu kadar denmesine rağmen. Evine başkaları girecek olursa en ufak bir kir, en ufak bir yayıntı görmesinler isterdi. Ve evinden uzakta vefatının ardından yedi duası için evini açtığımda toz almaktan başka hiç bir temizlik yapmam gerekmemişti.

Kendime hayret ediyorum bazen, bir polisiye gerilim romanından söz ederken bile gene gelmişim rahmetli anneciğime. Mekanı cennet olsun.

19 Ekim 2010 Salı

Elma Dilimli Tarçınlı Kek


Hava sıcaklığındaki dengesizlik ile birlikte nezle kapımızda. Hafta sonu kızım eve nezleyle gelince, tarçın, karanfil ve elmayla yaptığım nezle çayımdan hazırladım. Çayla birlikte ikram etmek için elma dilimli tarçınlı kek de pişirdim.

Bu kekin içine ayrıca bir çay kaşığı toz zencefil de ekliyordum. Zencefil ile tarçının birlikte tüketilmemesi gerektiğine dair bir şeyler duyduktan sonra zencefilden vazgeçtim. Nedenini bilmiyorum, birlikte kullanılmaması uyarısında doğruluk payı var mı onu da bilmiyorum. Son zamanlarda bitki  çayları ve baharatlar üzerine o kadar çok konuşuluyor ki hangisi doğru, hangisi yanlış anlamak mümkün değil. Ben her ihtimale karşı zencefille tarçını birlikte kullanmaktan vazgeçtim. Ama birbirlerine çok yakışıyorlardı, birlikteliklerini özlüyorum.

Genellikle kek yaparken sevgili arkadaşım Özlem'den öğrendiğim temel kek tarifini kullanıyorum. Bu tariften çok memnunum. Üstelik kekin güzel olması için gereken püf noktalarına da hiç dikkat etmeden hazırlıyorum, aynen aşağıda tarifini verdiğim gibi.  Güzel bir kek için keki iyi pişiren bir fırın olması gerekiyor. Benim fırınım da kekleri güzel pişirdiği için pek çok püfü es geçiyorum. Hatta yumurtaları bile oda sıcaklığına getirmiyorum. Sarısından beyazını ayırmak soğukken daha kolay oluyor. Bu demek değildir ki kimse kurallara uymasın. Püflere uyunca mutlaka daha güzel olur.

Özlem'in temel kek tarifi beni hiç mahcup etmedi. Yumuşacık oluyor, günlerce tazeliğini koruyor. Bu keki hazırlarken tarife tarçın ve elma dilimi eklemekten ve var olan bir paket vanilyayı çıkarmaktan başka bir şey yapmadım.

Malzemeler:

Kek için:
4 yumurta
1,5 su bardağı şeker (tadı fazla olmasın derseniz 1 bardak yeterli)
1/2 su bardağı oda sıcaklığında su
1/2 su bardağı sıvı yağ
2,5 bardak un
1 silme yemek kaşığı toz tarçın
1 paket kabartma tozu

Elma dilimleri için:
2 veya 3 adet sert elma
1 çay kaşığı tarçın
1 yemek kaşığı pudra şekeri

Yapılışı:

Yağlı kağıt kek kalıbının tabanına uyacak şekilde kesilir,  suyla ıslatılır, avuç içine sıkılarak fazla suyu süzülür. Açılarak kek kalıbının tabanına yerleştirilir. Kek kalıbının  iç kenarları sıvı yağla yağlanır.

Elmaların kabuğu soyulur, dörde bölünür, ortası çıkarılır ve 3-4 mm kalınlığında dilimler kesilir. (sert  ve beyaz elma daha iyi oluyor, pişince kendini çekmiyor ve şeffaf bir görünüm alıyor. Fotoğrafta farklı renklerin nedeni yetmeyen yerlere farklı bir elma kullanmamın gerekmesi)

Tarçınla karıştırılmış pudra şekeri bir süzgeç  yardımıyla yağlı kağıda eşit olarak dağıtılır. Üzerine elma dilimleri dizilir. Elmaların kararmaması için bu aşamayı kek harcına kabartma tozu koymadan  hemen önce de yapabilirsiniz.

 

Dört yumurtanın sarısı ve beyazı ayrılır. Çırpma kabında yumurta beyazı ve toz şeker beyazlaşıp köpürene kadar çırpılır. (Bu süre yaklaşık 4-5 dakika sürüyor. Toz şekerin tamamen erimesi oda sıcaklığındaki yumurtada daha kolay oluyor doğal olarak, yine de ben acelem olduğunda 15-20 dakika oda sıcaklığına gelene kadar beklemek yerine çırpma süresini biraz uzatıyorum. )
Ardından yumurta sarıları eklenir ve yaklaşık 1 dakika çırpılır.
Su ve yağ ilave edilir, 2-3 dakika daha çırpılır.
Un ve tarçın ilave edilir en fazla 2 dakika çırpılır.
Kabartma tozu konur ve 30 saniye kadar çırpılır ve elmaların dizildiği kek kalıbına dökülür.
Bekletmeden soğuk fırına konur. 170 derecede 40 dakika pişirilir. 40 dakikanın sonunda kürdan testi yapılarak pişme süresi ayarlanır. Genellikle 40-45 dakika yeterli olur.

Afiyet ve şifa olsun!

16 Ekim 2010 Cumartesi

Karamelize Soğan ve Kuru Köfte


Amacım sevgili arkadaşım Dilek'ten öğrendiğim Meksika Köftesini yapmaktı. Bol soğanlı ve domates soslu. Domates almak istediğimde kilosunu beş liraya çıktığını gördüm ve almaktan vazgeçtim. Domates olmayınca meksika köftesi de olmayacaktı. Uzun süredir görüp merak ettiğim karamelize soğanlar eşliğinde klasik kuru köfte yapmaya karar verdim.

Soğan zaten yağda kavrulunca tatlı bir lezzete sahip oluyor. Eklediğim şeker abes bir tat oluşturmadı bana göre. Severek yedim. Evdekiler fikirlerini söylemediler, yani beğenmediler ama beni kırmak istemediler şeklinde yorumlayabilirim bunu. Kuzey mutfağına ait üstüne bol reçel dökülmüş biftek yemek zorunda kalmıştım bir keresinde. Karamelize soğanlar onunla asla kıyaslanamaz. Gene de zevk meselesi tabi.

Malzemeler:

Köfte için:
1/2 kg kıyma 
2 büyük dilim ekmek
1 orta boy soğan
1 yumurta
1/4'er demet dereotu, maydanoz
1'er çay kaşığı karabiber, kimyon, köfte baharı
1 tatlı kaşığı kekik, nane
Tuz

Karamelize soğan için:
2 büyük boy soğan
1/2 çay bardağı sıvı yağ
2 tatlı kaşığı toz şeker

Yapılışı:

Köfte:
Soğan rendenin ince tarafıyla rendelenir. Ekmekler ıslatılır, suyu sıkılır. Yeşillikler yıkandıktan ve suyu iyice süzüldükten sonra ince doğranır. Kıyma hariç tüm malzeme büyükçe bir kapta iyice karıştırılır. Kıyma eklenir ve yoğrulur. Yoğrulma süresi ne uzun olursa köftenin lezzeti bir o kadar artar.  Yassılaştırılmış parmak şekli verilen köfteler teflon tavada az yağ ile arkalı önlü kızartılır.

Karamelize soğan:
Soğanlar yarım daire şeklinde 3-4 mm genişliğinde doğranır. Başka bir teflon tavada sıvı yağla çevrilir  (Soğanların yanmadan iyice pişmesi için yağını biraz fazla koydum, sonra süzgeçe aktararak  fazla yağını süzdüm) Soğanların rengi sararınca toz şeker ilave edilerek, karamelize olana kadar kavrulur.

Servis yaparken sıcak köftelerin üzerine birer kaşık karamelize soğanlardan koydum. Köftelerin yanına da sevgili Eylem'in tarifine göre hazırladığım havuç mücverlerini yerleştirdim. Soğanlar yorum almasa da havuç mücveri bütün övgüleri topladı.

Afiyet olsun.

14 Ekim 2010 Perşembe

Mim


Sevgili (Umut Sepeti) Zeliha beni mimlemiş. Bu mim işini bloglarda gören ancak çözemeyen biri olarak elim ayağım dolaşmadı değil. Neyseki sevgili Zeliha kuralları açıkladı. O kadar karmaşık değilmiş meğerse. Sadece soruyu cevaplayıp ben de 5 kişiyi mimleyecekmişim.

Soru da kolay olunca hemen cevaplamak, mimlemek istedim. Çünkü takip edebildiğim çok kişi yok. İzlediğim kişi sayısı az olmasına rağmen hepsine yetişemiyorum, bazen günde iki-üç saatimi blog başında harcamama rağmen.  

Zeliha'nın blogu pek çok farklı güzel konuyu içerse de bir yemek blogu kategorisinde. Böyle olunca ben de yemek bloglarından seçmeliyim diye düşünerek içeriğinde yemeklerin  yoğun olduğu blogları esas aldım. İzlediğim kişi sayısı az ama içinden seçmek yine de zor olduğundan rastgele bir seçim yaptım. Artık arkadaşlarım kendilerini şanslı mı yoksa şansız mı addederler bilemem.

Konu istatistiklerde en çok tıklanan beş postu bildirmek.

1-Daha önce de yazmıştım, benim en çok tıklanan yazım "Patlıcanlı Bulgur Pilavı" tarifi. Bu beni çok şaşırtmıştı o zaman. Hala açık ara önde gidiyor. Bir sonraki yazıyla arasında %20 den fazla fark var. Bulgurun internet yoluyla yemek tarifi arayanların da tercihi olması beni ne kadar memnun etti anlatamam. Bu kadar yararlı bir besinin öne geçmesi umarım aburcuburlardan uzaklaşmanın da bir göstergesidir.

2-Kızılcık Şerbeti. O kadar basit bir tarif vermiştim ki. Google sorgusu ile girenleri tatmin etti mi merak ediyorum.

3-Yoğurtlu Nohut Çorbası. Gerçekten yoğurtlu nohut çorbası vardır muhtemelen. Benimki yuvarlamasız yuvarlama. Ama biz lezzetine bayılıyoruz.

4-Ekşi Erikli Taze Yaprak Sarması. Bir ege sarması. Şekersiz, üzümsüz ve fıstıksız. Annemin tarifi ve ben çok seviyorum, umarım tıklayanlardan da yapan olmuş ve beğenmişlerdir.

5-Zeytinyağlı Uyuyan Bamya. Blogumda etli bamya tarifi de var ama zeytinyağlı bamya epey önde gidiyor. Demek zeytinyağlıyı tercih edenler çoğunlukta.

Gelelim sadede:
1-Ece Nur'un Annesi Mine, sanırım yaratıcı deyimini kullanmak istemediği için uyduruk adını verdiği yaratıcı mutfağın sahibini,

2-100 de 100 marifet Öznur, gıpta ettiren marifetlerin marifetlisini,

3-Hayata Dair Herşey Yelda, yaşama değer katan herşeyi ama özellikle de mutfağını seven ve yaşamayı amaç değil güzele ulaşmak için araç gören mutfak filozofunu,

4-Lezzete Dair Ne Varsa Yeşim, yürekte yaşatıp, gönülde hissettiklerini paylaşan balböceklerinin annesini,

5-Yemek Vakti Aylin, kendisine yetişmek mümkün olmayan atom karıncayı,
mimliyorum. Hadi bakalım kolay gelsin...

10 Ekim 2010 Pazar

Sevgili İncir



En sevdiğim ağaç zeytindir, ikincisi ise incir.  Bunca ağaç tanıdım hepsini sevdim  ama çocukluğumda sevdiklerimin sıralamasını değiştiremediler.

Bir kere tırmanması çok kolaydı benim için. Gövdesinin her tarafı yumrularla kaplıdır ya, basamak gibi kullanıp en yükseğine bile çıkabilirdim kolayca, ama kayganlığını da unutmamak gerek mutlaka çıplak ayakla tırmanılmalıdır incire.

Bahçemizdeki incire tırmanır, avazım çıktığı kadar bağırarak şarkılar söylerdim. O kocaman yaprakları sesi emer miydi acaba, kimse rahatsız olup şikayet etmezdi. O ağaçla ilgili en üzücü anım ise bir ceketin yırtılması.

Anneciğim incecik pembe bir orlondan inanılmaz ince bir tığ işiyle ceket örmüştü bana. Ben de daha ceketi ilk giyişimde incir ağacımıza tırmanmıştım. İnerken mi çıkarken mi hatırlamıyorum, ceketimin kolunu ağacın bir dalına taktırıp oldukça kötü bir şekilde yırtmıştım. Hala inanılmaz geliyor ama annem bana hiç kızmadı, o kolu tamamen söküp yeniden ördü. Hani kızsaydı, biraz üzüntüm azalacaktı. Ne kadar sabırlı bir insandı, mekanı cennet olsun.

Sonra o yapraklarının kokusu...

Garip şeyler de söylenir incir ağacı hakkında. Rahatsız olurum bu "ocağına inicr ağacı dikmek" deyiminden. Güzelim ağacı niye bir yuvanın yıkılmasına uygun görürler ki. Bir de bizim oraların adeti vardır. Kesinlikle incir ağacının altında çocuk uyutmazlar. Vardır bir bildikleri herhalde, belki ağacın solunumu sırasında ortaya toksik maddeler de çıkıyordur kimbilir.

Bir belgeselde izlemiştim. Aydın İzmir demiryolu yapılırken (bu 1800'lü yıllarda yapılmış, ülkemizdeki ilk demiryoludur ve demiryolunun yapılma amaçlarından birinin de kuru incirlerin İzmir Limanına taşınması olduğunu da belirteyim), demiryolu yapımında görev alan Amerikalılar Aydın incirine hayran kalmışlar. Düşünmüşler ki Kaliforniya iklimi de buranın iklimine benziyor, öyleyse orada da yetiştirebilirler. Köylülerden bilgi almışlar, nasıl ekilir, ne zaman sulanır, ne zaman sulanmaz, nasıl erkek atılır, nasıl kurutulur?

Fidanları Kaliforniya'ya götürüp dikmişler, her söyleneni uygulamışlar erkek atmak hariç. Buna burun kıvırmışlar, ilkel doğuluların batıl inancı demişler. Ağaçlar çok güzel büyümüş, güzel güzel laplar vermeye başlamış, ama kuruyamadan kurtlanıp bozuluyorlarmış. Ne kadar uğraştılarsa başaramamışler. Birinin aklına gelmiş batıl inanç gördükleri erkek atma işi. Tekrar dönmüşler İzmir'e. Bu kez de erkek incir fidanları götürmüşler ülkelerine ve incirleri kurutmayı başarabilmişler.

Köylü dedemin bağı üzüm ve incir ağaçlarıyla doluydu. Nineciğim babamın doğum gününü bile incir ortasıydı diye tarif ederdi. Yaz geldi mi köyden ovaya göçülürdü, üzümlere incirlere bakmak için. Biz de yazları giderdik dedemin bağına. Her bağda bir kaç tane de erkek incir olurdu, hani reçel yaptığımız incir. Bu incirler toplanır, beşer altışar tanesi bağ çalısına dizilir, bir küpe gibi kurutmalık incir ağaçlarına asılırdı. Bu incirlerde incir sinekleri yerleşir, uçuşur dururdu. Ama bu sinekleri hayvana insana konan sineklerle karıştırmayın. Sadece incirlere konan minicik uçan böceklerdir bunlar. Sanırım dölleme gibi bir görevi üstlenip nefis kuru incirlerin oluşmasına aracı oluyor bu böcecikler.

Sabah akşam incirlerin altı dolaşılır, burulup yere düşenler sepetlere doldurulurdu. Bu yemişler (kuru incire de yemiş deriz) altına çalı yayılmış, dış tarafı taşlarla örülmüş üstü açık sergilerde güneşlendirilerek kurutulmaya devam edilirdi. Ardından da bandırma işi. Yemişler kısa bir süre kaynayan tuzlu suya atılır, bir yıl boyunca kurtlanması engellenirdi. Şimdi de aynı yöntemler mi kullanılıyor bilmiyorum, dedemin bağında artık incir yok, incir ihraç edilemez olup, köydekiler geçimlerini sağlayamaz duruma düşünce incirler üzümler sökülüp daha çok para getiren meyve ağaçları dikildi. Bunlar da tarımımızın acı gerçeği.

Kurutmalık incirin yaş haline lap denir bizim oralarda. Dışı ince sarı kabuklu, içi kahverengi-sarımsı renkte ve çok tatlıdır. Bir de her incirlikte bir bardacık olur ki, lezzeti tarif edilemez. Kopkoyu yeşil kabukları, kıpkırmızı bir içi vardır. Tatlılığı içinizi yakmaz. Tazeyken lap da yerdik, ama asıl taze yenen incir bardacıktır, bardacık kurutmaya gelmez zaten. Ama şimdi bütün incirleri bardacık diye satıyorlar tezgahlarda. Bardacık öyle narindir ki hemen incinir, yumuşar. Onu ağacının altında yemek gerekir. Kuyudan çekilen buz gibi su dolu kovanın içine atarsınız, beklersiniz bir beş dakika, sonra da o soğuk tatlı lezzeti afiyetle yersiniz.

Dedenizin incirliği varsa doğal olarak evinizden de kuru incir eksik olmaz. Babacığım da sunuma çok önem veren biriydi. Kolla çevrilen döküm bir meyve suyu sıkacağımız vardı. Babam onu incir ezme işinde de kullanırdı. Ezilmiş incir ruloları hazırlardı. Sonra susam kavurur, sıcacık kavrulmuş susamla bu ruloları kaplardı. İnciri böyle yemek çocuklukta ne zevkti. Babacığımı andım bugün, onun gibi incir ezmesi hazırladım çocuklarıma. Ve size de ikram ediyorum, buyrun afiyetle...

7 Ekim 2010 Perşembe

Deniz Üçlemesi


Deniz Üçlemesi
(Geçiş Ayinleri, Yan Yana, Aşağıdaki Yangın)

William Golding

Dün oldukça huysuz, çekilmez haldeydim. Okuduğum üçlünün son kitabını bitirdim. Kitap kahramanın mutlu sona ulaşması hiç önemli değilidi, çünkü benim kahramanım gemiydi. Üç kitap boyunca çok bağlanmışım ona, kaybetmek beni epey sarstı. Bu da beni huysuzlaştırdı. Ne kadar anlamsız hatta komik, ama dün böyle düşünemiyordum, hala da içimde bir sızı yok değil ya.

Golding'in okuduğum ilk kitabı Sineklerin Tanrısı'ydı. Öyle karanlık bir kitabı okumak beni çok yormuş ve bunaltmıştı (anlatım tarzı yüzünden değil, yazdıklarına inandırdığı için). Biraz çekinerek aldım bu serinin ilk kitabı Geçiş Ayinlerini. O kadar çok hoşuma gitti ki üçlemenin diğer iki kitabını da aldım. Yalnız ilk kitapla diğerleri arasına oldukça uzun bir süre girdi. Yine de unutmamışım, en azından önemli konuları.

Üçlemenin diğer iki kitabını da zevkle okudum. Aslında neden zevkle okuduğumu da açıklayamam. Denizde geçiyor olması en büyük etken olabilir. Çocuk romanlarında geçenler gibi bir gemi ve gemi yolcuğu olmasıdır belki de. Epeyce bir denizcilik terimine aşina oldum kitap boyunca, Aganta Burina Burinata'dan sonra.

Son kitapta çevirmen değişmişti. Her ne kadar donanmaya ait bir gemi de olsa ilk iki kitaptaki  kaptan, birinci ve ikinci suvariler (tıpkı çocukluğumda okuduğum kitaplardaki gibi kullanılan isimler), son kitapta albay ve teğmenlere dönüşmüştü. Ben ilkini tercih ederdim ama biraz bocalamadan sonra ikincisine de alıştım.

Asillerin halka bakışları, sınıf ayrımı, İngilizlerin Fransız Devrimine farklı yaklaşımları ince ince işlenmişti. İngiltere'den Avustralya'ya yapılan yolculuk boyunca bir insanın değişimini izleyerek görüyordum bunu.

İnsanların kıskançlıkları, çekememezlikleri o kadar doğal anlatılmıştı ki, hiç bir abartı yoktu. Bu duygular sadece kötü insanlarda olur, biz böyle kıskançlık çekememezlik yapmayız diye kendimizi rahatlatmak mümkün değildi, tam tersine "işte ben de bunu yapıyorum maalesef " dedirtiyordu okuyana ya da bana.

Gemi battı-batıyorken yapılan bir espiriye kahramanın yorumu tam benlikti. Espiriler bu düzeye düştüyse gemi zaten batmıştır diyordu kitap kahramanı Amerikanvari bir espirinin ardından. Günümüzde espiri niyetine söylenenlerin yazılanların çok azına gülebilen biri olarak o kadar iyi anladım ki yazarı.

Gemi tahtalarını birleştiren cıvataların sadece görünen kısımlarının bakırdan tahta içinde kalan kısımlarının ise incecik telden yapılarak aradaki kazancın cebe atılması örneğinde yaşananlar dürüstlüğün kimsenin malı olmadığını gösteriyordu bir kez daha. Dürüst uluslar değil, dürüst insanlar vardır.

Yazılacak bir sürü ayrıntı çıkabilir üç kitaplık bir seriden, ama yazmıyorum. Benim kahramanın gemiydi ve onu kaybetmeyi hiç istememiştim.

5 Ekim 2010 Salı

Kıymalı Patates Yemeği



Blogculuğa başlayalı bir yılı geçti, bu süre içinde kendi halinde bir blogcu olduğum için analytics programını kullanmaya gerek duymamıştım. Birkaç aydır blogger içine istatistik eklendiğinden beri merakla verileri izliyorum. Beni hayrete düşüren en çok tıklanan tarifimin patlıcanlı bulgur pilavı olması. Herkes zaten biliyor bu yemeği yapmayı diye düşündüklerim en çok görüntülenenler olmuş.

Demek ki sadece izleyicilerim bakmıyor tariflerime, zaten onlar bizatihi yemek ustaları olduğu için fikir almak dışında tarif almaya da ihtiyaçları yok aslında. Fark ettim ki mutfakla şimdiye kadar arası iyi olmayan, ama bundan sonra mutfağın sesine kulak vermek isteyenler de izliyor blogumu. Ben de gönül rahatlığıyla basit ama lezzetli tariflerimi vermeyi sürdüreceğim bu durumda.

Basit ama çok sevdiğim yemeklerden biri de kıymalı patates yemeği. Çocukluğumdan beri çok severim. Sevmemin iki ayrı nedeni vardı. Biri lezzeti, ikincisiyse bol sulu bir yemek olmasıydı. Bir kabın içine çokca ekmek doğrayıp üzerine kepçe kepçe suyundan gezdirirdim. Kıymanın tadı ve kokusu geçmiş olan bu suyla ıslanmış ekmeklerle bahçedeki bütün kedileri doyurmak mümkün olurdu. Şimdi yapmamın tek sebebi lezzetini seviyor olmamız, kedimiz hariç.

Malzemeler

4 orta boy patates
1 orta boy soğan
2 adet yeşil sivri biber (mevsiminde ise)
150 gram kıyma
2 yemek kaşığı sıvı yağ
2 çorba kaşığı salça
3 su bardağı su (su miktarı patates helmeleşen cins ise artabilir)
Tuz, acı kırmızı pul biber

Yapılışı

Patatesler kabuğu soyulup yıkandıktan sonra küp küp, soğanlar yemeklik doğranır. Biberler çekirdekleri çıkarılıp yıkanır ve büyükçe halkalar halinde kesilir.

Soğanlar 2 yemek kaşığı sıvı yağda hafif pembeleşene kadar çevrilir. Kıyma eklenerek rengi değişene kadar kavrulur. Kıyma tamamen yağsız ise bir kaşık  daha yağ konabilir. Üzerine biberler (biberlerin erimemesi için soğanla birlikte kavurmuyorum) ve patatesler eklenerek yaklaşık 5 dakika kavrulmaya  devam edilir. İki yemek kaşığı salça ilave edilir ve salça iyice karışana kadar çevrilerek kavrulur. Tuz ve pul biberin ardından  üzerine 3 su bardağı sıcak su konur ve patatesler yumuşayana kadar orta ateşte pişirilir.

Afiyet olsun.


3 Ekim 2010 Pazar

Ballı Pasta

 

Görüntüsü çok hoşuma gittiği için  buradan  aldığım tarifi denedim. Nasıl bir lezzet ortaya çıkacağını merak ediyordum. Hamur pişince kenarından biraz koparıp tattığımda anladım ki ben kocaman yuvarlak petit-beuree bisküvileri pişirmiştim. Biraz hayal kırıklığı yaşadım, marketten kolayca alabileceğim bu lezzet için uğraşamaya değer mi diye. 

Katlar çabuk piştiği için  üç dakikada fırından çıkardım. Sonra orijinal tarifin resmine baktığımda acaba 5 dakika tutup iyice kahverengileşmesini mi bekleseydim diye düşündüm, çünkü benim keklerim daha açık renkliydi. 

Sonuçta elde ettiğim oldukça sade bir lezzetti. Ertesi güne kayboldu ama ilk piştiğindeki yumurta kokusu beni rahatsız etti, vanilya veya çok ince rendelenmiş limon kabuğu da eklenmeliydi diye düşündüm.

Dediğim gibi çok sade bir lezzetti ve bence biraz fındık fıstık, meyve ilavesiyle benim ağız tadıma daha çok uyacak.

Malzemeler

Hamuru:
3 çorba kaşığı bal
250 ml şeker (250 gram toz şeker kullandım)
3 büyük yumurta (jumbo boy yumurta kullandım)
2 tatlı kaşığı kabartma tozu (1,5 paket kabartma tozu kullandım)
600 ml un (600 gram un tarttım, hepsini kullanmadım)

Kreması:
1 litre krema
100 ml şeker 
(1 paket=2 poşet krem şantiyi 3 bardak süt ile hazırlayarak kullandım ama krema daha iyi olacak sanırım)

Yapılışı
Yumurtalar sarısı ile beyazı karışana kadar iyice çırpılır. Orta boy bir tencereye bal ve şeker konur (kabartma tozunu koyunca karışım köpürdüğü için küçük boy bir tencere kullanmayın)
Orta ısıdaki ocakta bal ve şeker karıştıra karıştıra kaynatılır (erimemiş şeker tanesi kalmamalı, hamur açarken sorun oluşturuyor).  
Kaynadıktan sonra ocaktan alınır ve yavaşça çırpılmış yumurta ilave edilerek çırpmaya devam edilir. Kabartma tozu eklenerek karıştırılır (bu aşamaları elle çırptım). 
Kabartma tozu karıştıktan sonra azar azar un eklenerek karıştırmaya devam edilir (jumbo boy yumurta kullanmama rağmen 600 gram un fazla geldi, sanırım 500-550 gram arası bir şey koydum. Un azar azar ilave edildiği için miktarın hamur yumuşaklığına göre ayarlanması kolay). 
Hamur iyice soğuduktan sonra altı parçaya bölünür. Her parça yaklaşık 24 cm çapında olacak şekilde merdane ile açılır.
Öncen ısıtılmış fırında yağlı kağıt üzerine teker teker konarak 5'er dakika süreyle pişirilir (benim yufkalarım 3 dakikada pişti, yanacağından çekindiğim için daha fazla pişirmedim.


Kreama ve şeker çırpılır (krem şanti kullandığım için şeker eklemem gerekmedi, krem şantiyi daha yumuşak kıvamda hazırladım)

Pişmiş yufkalardan biri blendırda öğütülür (yufka kenarlarını keserek hepsini eşit boya getirdim, kesilmiş parçaları blendırdan geçirdiğim için tüm yufka katlarını kullandım). 
Yufkaların arasına krema sürülerek üst üste dizilir. En üstüne de krema sürüldükten sonra blendırda öğütülmüş parçalar konur. En az 6 saat buzdolabında bekletildikten sonra servis yapılır.

Afiyet olsun
Güncelleme: Lütfen Cafe Pepela'nın Medovik Tarifine uğrayın. Hem o güzel anlatımın hem de muhteşem resimlerin keyfine varın.
Related Posts with Thumbnails