30 Eylül 2010 Perşembe

Kızımın Ellerinden-2


Oyun hamurlarının yeri özel benim için. Çocukluğumda bakkallarda bulunurdu, Amerikan Çamuru adıyla. Sadece koyu yeşil, lacivert, kahverengi ve siyah renklerde, jelatine sarılı olarak satılırdı. Bir iki yuvarlamadan sonra da her yere yapışırdı. Amerikan Çamurlarını  kışın alırdık, evin içinde oynamak için. Yazın ise bahçemizin sadece bir bölgesinde bulunan kil ocağımızdan elde ettiğimiz kil bize yeterdi. Bu kilden yatığım en büyük eser (!) Efes Hadrian Tapınağının kapısıydı. Ağabeyim ise gerçekten bir mimar ustalığı isteyen büyük eserler verirdi. En büyük hayalimiz ise kocaman, kat kat bir Ziggurad yapmaktı. O kadar büyük bir yapıyı bitiremeden biz büyüdük.

Çocuklarımın döneminde cıvıl cıvıl renkleri, yapışmayan özellikleri ile çok sevilen bir oyuncak olarak yer aldı hayatımızda. Kızım çocukluğunda, oğlum ise şimdi saatlerce oyun hamuru ile oynayabiliyordu, oynayabiliyor. Kızım ne kadar büyüse de kardeşinin  hamur oyunlarına (biraz zorla da olsa) katılıyor. Oğlum şu anda sevdiği bir bilgisayar oyunundaki sahneyi oyun hamurları ile yapma uğraşı içinde ve hafta sonu ablasının gelmesini dört gözle bekliyor.

Bu kadar oyun hamurları ile iç içe olunca bir de TV kanallarından birindeki pastacı programında yapılanların çekiciliğiyle, kızım şeker hamuru da kullanmak istedi. Şeker hamurunu kendimiz yapmak yerine beş renk bir arada 200'er gram olarak satılanlardan aldık.

Kısıtlı bir zamanda kardeşinin zorlamasıyla kızım bu pastayı yaptı. İçinde hazır pandispanya ve krema kullandı. Üzerini ise küçük küçük bir sürü kare kesip birleştirerek yoğun bir emekle hazırladığı şeker hamurundan tabakayla kapladı. Bir kaç dokunuşla da üzerini süsledi. Bu gökkuşağı pastasını dilim dilim kesmeye kıyıp afiyetle yedik.


Ertesi gün kızım arkadaşları ile sabah kahvaltısına gitti. Kahvaltıda berry türü meyvelerden hazırlanmış reçeller de yemiş. Akşam eve geldikten sonra kaşınmaya başladı. Bütün gövdesine kırmızı kabartılar yayıldı. İlaçlar yardımıyla biraz kaşıntıyı azalttık ama kızarıklıklar hala sürüyor.

Şimdi ben dolabı açıyorum, şeker hamurları bana, ben şeker hamurlarına bakıyorum, hem de bakışlarım oldukça sitemkar. Pastayı yiyen diğer kişilerde allerjik reaksiyon olmadı ama kızımdaki allerjinin şeker hamurlarının boyasından mı, yediği reçelden mi ya da başka nedenlerle mi olduğunu bilemediğim için kalan şeker hamurlarını ne yapacağımı düşünüp duruyorum.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Sarı Mercimek Çorbası



Güzelim sonbahar yağmurları başladı.  Daha önümüzde pastırma yazı var ama havalar  soğumaya yüz tuttu. Bu da demektir ki çorbaların değeri bir kat daha arttı.

Annemin mercimek çorbası yapışını hatırlıyorum. Mercimekleri kenarları hafif yüksek bir kaba döker, su doldurur, yüzdürme yöntemiyle mercimekleri başka bir kaba aktararak taşların dipde kalmasını sağlardı. Bir kaç kez bu işlemi uyguladığında en küçük boyuttaki taşları bile temizlemiş olurdu. Bense hiç hakkıyla yapamadım bu işi. Mutlaka bir iki taş kalırdı, onları da ekarte etmek için mercimekleri haşladıktan sonra süzgeçden geçirmem gerekirdi.

Şimdi ne kadar rahatım, artık paketi açıyorum ve hiç taş temizliğiyle uğraşmıyorum. Yıkamak yetiyor, pişitkten sonra blendırdan geçirince çorba hazır. Eh bu kadar kolay olunca haliyle çok yapılan çorbalardan biri benim evimde, sevmeyenimiz de yok zaten.

Sarı mercimek de kırmızı mercimek de aynı şekilde pişirilebilir ama bizim evin kuralları var.

Kural 1: Sarı mercimek çorbasının sarı, kırmızı mercimek çorbasının kırmızı olması gerekiyor. Bu kural oğlum tarafından konulduğu için harfiyen uygulanıyor.

Kural 2: Sarı mercimek çorbasına un, kırmızı mercimek çorbasına patates ve havuç konuyor. Bu da annemle ve benim yöntemlerimin karışımı.

Ne gerek var bu kurallara derseniz, hiç bir gerek yok, hatta kurallarla sınırlamamamız gerekir yemeklerimizi. Ama dedim ya emir büyük yerden, birinci kurala uymak zorunda olunca ikinci kurala da uyuluyor.

Gelelim benim sarı mercimek çorbamın tarifine:

Malzemeler:

1 su bardağı sarı mercimek
1 orta boy soğan
1 yemek kaşığı un
3 yemek kaşığı zeytinyağı
Tuz,  kırmızı pul biber
6-7 bardak su

Yapılışı
Sarı mercimek yıkanır süzülür. Soğan iri doğranır. Tencereye alınan mercimek ve soğanın üzerine su ilave edilir, yumuşayana kadar pişirilir.

Dibi kalın bir tencerede bir yemek kaşığı un hafif ateşte rengi dönene kadar kavrulur. Ocak kapatıldıktan  hemen sonra 1 yemek kaşığı zeytinyağı eklenir, tencerenin kendi sıcağıyla karıştırılarak kavrulması sağlanır. Bu meyane, yağla un birlikte kavrularak da yapılabilir ama bu yöntemde daha çok yağ kullanmak gerektiği için tercih etmiyorum.

Pişmiş mercimeklerin üzerine meyane ve tuz eklenir, el blendırı ile homojen hale getirilir. Bir-iki taşım daha kaynatılır. Koyuluğuna göre gerekirse sıcak su ilave edilir.

İki kaşık zeytinyağı bir kap içinde hafifçe kızdırılır. Altı kapatıldıktan sonra pul biberler eklenir. Servis sırasında çorbaların üzerine bir miktar yağ-biber karışımı gezdirilir. Limon ile birlikte servis edilir.

Afiyet olsun.


26 Eylül 2010 Pazar

Eylül Tatları

Blog arkadaşlarımdan öğrenip yaptıklarım var bugün karşınızda.. Bu yemekleri aynı gün pişirmedim ama size bir sofraymış gibi sunmak istedim. Mutlaka çoğunuz bu tarifleri görmüş hatta yapmışsınızdır. Yine de ben arkadaşlarıma bir teşekkür olarak nefis tarifleri tekrar paylaşıyorum. Böyle güzel tarifler verildiği sürece de devam edecek benim teşekkürlerim.


Mısır Unlu-Sebzeli Çorba

Açılış 100 de 100 Marifetli Sevgili Öznur'un çok lezzetli çorbasıyla. Ben de evde bulunan havuç, kabak, biber, patates ve haşladığım tavuğun suyunu kullanarak yaptım çorbayı. Çorbaya ayrıcalığını veren ise mısır unuyla yapılan meyanesi.


Yoğurulmayan Ekmek

Soframızın ekmekleri bu kez benden. Hayatımın ilk ekmeğini Evimizdeki Lezzetler'den Sevgili Mihriban'ın tarifi ve yüreklendirmesi sayesinde yaptım. 
Küçücük mutfağım, yayıntısını kaldıramayacağı için ekmek makinesi almıyorum. Aklım ekmek tariflerinde kalsa da yoğurma işlemi beni uzaklaştırıyordu. "Kaybolmayan Sakız İstiyoruz" misali "yoğrulmayan ekmek" istiyordum, böyle bir ekmeğin varlığından haberim olmaksızın. İşte gördükleriniz ben acemi ekmekçinin ürünü.


Hamuru pişme kabına aktarırken katladığım kısım alta geldi ve düzeltmeye cesaret edemedim. İkinci denememde buna dikkat edeceğim. Yapışmasın diye üzerine elediğim unu bir dahaki sefere daha az koyacağım. Biraz daha kalın kabuklu olsun diye 5 dakika daha pişireceğim. Herhâlde daha çok hatam vardır ama  onları anlayacak kadar tecrübe kazanmam için daha bir fırın ekmek pişirmem gerek. Yine de ekmek çok lezzetliydi ve beğenilerek yendi.


Çıtır Kasede Kabak Beğendi

Ana yemeğimiz Cafe Pepela'dan. Sevgili Pepela'nın tarifini kırmızı etle uygulayan Antepli Yemeklerden Değerli Sevgi'den sonra ben de yaptım bu tarifi. Ağzına kabak ve tavuk koymayan oğlum, tavuksuz haliyle kabaklı beğendi ve kaseyi bir güzel yedi. Kalıplarım küçük olduğu için artan hamuru da daha ince açarak pişirdim ve çok lezzetli kağıt peksimetlerimiz de oldu.




Kurutulmuş Domates Güzelliği

Kuru domates kültürüm yok benim. Merak ettiğim için marketten almış, birazını yemeklerin içine koymuştum. Daha özgün bir lezzet arayışı içindeyken Eyvah Ne Pişirsem'den Sevgili Gönül'ün tarifi geldi. Kızım ceviz yemediği için tariften cevizi çıkararak, sadece badem kullandım. Lezzetini tahmin edemiyordum ve her türlü sürprize hazırladım kendimi. Sonuç o kadar güzeldi ki inanamadım. Nar ekşisinin kuru domatesle uyumuna hayran oldum.


Gökçesu Pilavı

Pilav, Umut Sepeti Sevgili Zeliha'dan. Yine ceviz kullanmadım. (Zeliha'nın ceviz sevilmez mi dediğini duyuyorum ve ona canı gönülden katılıyorum ama ....)  Evdeki antep fıstığı kırıkları ile tarifte ufak bir değişiklik yaptım. Lezzeti yanı sıra dereotusever olduğumuz için pilavın aromasına da bayıldık.


Çilli Prenses Pastası

Tatlımız Gözde Pasta'dan. Sevgili Gözde'nin tarifini uyguladım. Hafif  ve güzel tadının yanı sıra haşhaşın çıtırlığıyla çok özel bir tatlı olarak menümüzde yer aldı. Bu farklı lezzet de artık ikramlarımızın vazgeçilmezi olacak.

Hepinize tekrar teşekkürler.............

25 Eylül 2010 Cumartesi

Mantı Makarna


Mantı Makarna

Mantı makarna benim hazır yemeğim. İki tane derin dondurucuma sığan metal kabım var. Mantı makarnaları hazırlayıp derin dondurucuda saklıyorum ve  yemeksiz kaldığım günlerde kullanabiliyorum.

Hazırlarken fotoğrafını çekip buzluğa kaldırdığım makarnamı,  yemek yapmaya fazla vaktim olmadığı bir günde çıkarıp pişirdim. Acelem yüzünden yoğurdu bile iyi çırpamadığım fotoğraftan belli oluyor. Aile efradı yemek beklerken bir de araya foto çekmeyi sıkıştırdım.

Yapılışını çok çok yıllar önce bir gazete ekinde görmüştüm. Daha önceleri makarnaları çiğken dolduruyor, normal makarna gibi haşlıyordum. Ama sonuçta makarnaları boşu boşuna doldurmakla uğraştığım ortaya çıkıyordu. Çünkü makarnalar bir tarafta, tüm kıymalar küçük köftecikler halinde diğer bir tarafta yüzüyor oluyordu. Neler denedim makarnanın içinden çıkmasınlar diye, içine ince bulgur bile koydum şişip de makarnanın içinde kalsın diye, başaramadım. Bu yöntemde ise makarnaların az bir kısmı tabaklara aktarırken hafiçe zedelense bile kıymaları içinde kalıyor. Yine de arkadaşlarımdan başka önerileri olan varsa duymaktan mutlu olurum.

Tarifte yarım paket yaklaşık 250 gram makarna kullanıyorum. Bu miktar hem tepsilerim için yeterli, hem de makarnalar yapışmadan ya da şişmeden doldurma hızım bu kadara yetiyor.

Malzemeler

Yarım paket mantı makarna

İçi için:
350 gram kıyma (özellikle tarttım, yarı-pişmiş makarnalara doldurulduğu için fazla miktarda gerekiyor)
1 büyük soğan
1 tatlı kaşığı salça
1/4'er demet maydanoz, dereotu
Karabiber, kimyon, tuz

Sosu için:

1 su bardağı yoğurt
3-4 diş sarmısak
1 yemek kaşığı tereyağ
1 tatlı kaşığı acı biber salçası
2 yemek kaşığı su

Haşlama için
1 yemek kaşığı sıvı yağ
1 tatlı kaşığı tuz
6 su bardağı su, ikinci haşlama suyu göz kararı

Yapılışı

Soğan rendelenir, yeşillikler ince ince doğranır. Tüm iç malzeme iyice yoğrulur.

6 su bardağı su ve 1 yemek kaşığı sıvı yağdan oluşan haşlama suyu kaynamaya başlayınca önce tuzu ardından makarnalar eklenir. Tam beş dakika makarnalar haşlanır. Makarnaların biraz haşlanmış ama kesinlikle diri olması için bu süreye dikkat edilmelidir. Ocağın altı kapatılıp makarnalar genişçe bir süzgece alınır ki suları süzülürken fazla üst üste olup ezilmesinler ve kolay soğusunlar.

Makarnalar el dayanacak sıcaklığa gelince içlerine teker teker harç yerleştirilerek ocağa dayanıklı pişirme yapılacak bir tepsiye tek sıra veya en fazla iki sıra halinde dizilir. Bu aşamadan sonra isterseniz derin dondurucuya kabıyla birlikte kaldırabilir veya pişirmeye devam edebilirsiniz.


Dizilmiş makarnaların üzerini aşmayacak şekilde su ilave edilir. Suyu fazla olursa makarnalar hareket etmeye başlayıp şekilleri bozuluyor. Kapağı kapatılarak kısık ateşte kıymalar pişene kadar yaklaşık 15 dakika pişirilir.

Biraz tuzla ezilen sarmısaklar yoğurda ilave edilerek iyice çırpılır.  Ayrı bir kapta salça suyla yumuşatılır, yağ eklenerek hafifçe kavrulur.

Pişen makarnalar kevgirle tabaklara servis edilir. Üzerine sarmısaklı yoğurt ve salça sosu gezdirilir.

Afiyet olsun

24 Eylül 2010 Cuma

Çocukluğumu Ararken


Çocukluğumu Ararken
Kazuo Ishiguro

Garip bir kitaptı. İki günde bitiverdi. Şimdi acayip bir boşluktayım, ne düşüneceğimi bilemez halde. Neden etkiledi acaba beni bu kadar?

İki günde bitirdiğime göre sıkılmadan okumuşum demek gerekli değil mi? Ama öyle değil. Sıkıldığım oldu. Zamanları karıştırdığım için iki üç sayfa öncesine gidip tekrar okumam gerekti sık sık. Bir o yıla bir bu yıla atlayan kitaplarda yaşadığım sorunlardan biri maalesef.  Bir de olumsuzluk ekleri vardı beni çileden çıkaran -olmalı mı ol(ma)malı mı?  Hikayenin gelişine göre hiç uymayan bir olumsuzluk eki veya olumluluk kelimesi. Gel de işin içinden çık. Yazım hatası mı yoksa ben mi anlamamışım o kadar yazılanı. Hadi tekrar oku üst paragrafı.  Bir de o kalıp cümleler yok mu, on sayfa önce aynı cümle, beş sayfa sonra yine aynı cümle. Yazarın cümle kurma yeteneği mi kısıtlı, çevirmenimizin Türkçeleştirme yeteneği mi, yazmak zor gelmiş de copy-paste mi yapmışlar acaba?

Kitapta en çok hoşlandığım ise kahramanın anılarına gidişinde hatırladıklarının o olaya mı yoksa başka bir olaya mı ait olduğuna dair kuşkularını belirtmesiydi. "Acaba bu olmuş muydu yoksa bana anlatılanları olmuş gibi mi hatırlıyorum" diyordu. Ben de erken çocukluk anılarımda bu kuşkulara düştüğüm için kendimi gördüm o satırlarda.

Kitabın bana göre en itici kısmı ise neredeyse didaktik denecek bir anlatım tarzıyla batılıların doğuluları uyuşturma amaçlarını anlattığı bölümdü. Her kitabın bir mesajı olması gerekir bana göre de, ama bir romanda didaktik tarzda mesaj verilmeye çalışıldığında hiç hoşlanmıyorum. Oysa doğduğu yerle doyduğu yerin arasında sıkışıp kalmış ne oralı ne buralı olamayan Japon arkadaşını anlatırken mesajını nasıl da ince ince verebilmişti. Belki kendisi de İngiliz olamayan Japon asıllı bir Britanyalı olduğu için bu kadar başarılıydı.

Kitapta bir de zengin ve nüfuzlu bir koca bulabilmek için çırpınan hatta kendini rezil eden kadını çok sevdim. Niye sevdiğimi çözemiyorum. Böyle kadınların aslında aynı kitapta anlatıldığı gibi olduğunu (Türk filimlerindeki gibi değil) aslında sığınacak güvenilir bir limana böyle kavuşacaklarını zannettiklerine inandırdığı için olabilir.

Yazarın bize tanıttığı anne figürüne hiç uymayan bir davranış sergileyen anne vardı. Çocukluğumuzda gördüğümüz annemiz ile gerçek annemiz arasındaki farkı mı göstermek istiyordu yoksa karakterin uyumsuzluğu muydu, çözemediğim bir nokta daha. Annenin çocuğuna olan sonsuz sevgisi gerçekti sadece, güçlü kadın, ezilen-kullanılanlar için çabalayan kadın efsaneydi.

Bir de dost görünen kötü adamın gerçek amacını anlattığı sahne çok yetersiz ve yapmacık geldi bana. Dudak bükerek okudum.

Ama yazarın başka bir anlatımı daha vardı ki, Shanghai'da ben yaşıyormuşum, savaş alanındaki yıkıntılarda ben sürünüyormuşum gibi hissettim. Çığlıkları kulaklarımda, kokuları burnumda duydum.

Bir de son sahne: Yaşlı, yalnız, sadece anılarla.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Vişneli Tatlı Lorlu Pay


Annelerimizden kalan klasik tariflerden birisi, öyle şimdiki zamanın modern tartları gibi binbir özenle hazırlanması gerekmiyor. Biraz el biraz göz kararı hazırlanıyor. Belki çocukluğumuzdan itibaren bu lezzetlere alıştırıldığımız için ya da alıştırıldığım için güzel geliyor. İçi ise ne uygun görülürse onunla doldurabilir. Genellikle de elmalı olurdu benim yediklerim. Bu kez Sevgili Fatma için vişneli ve tatlı lorlu.

Malzemeler

Hamuru için:
250 gram tereyağ
2 yumurta
3 su bardağı un (yumurta büyükse göre 2,5 bardak da yetebiliyor)
1 paket kabartma tozu

İçi :
500 gram tatlı lor
1/2 veya 1 su bardağı vişne reçeli tanesi (ne kadar tatlıdan hoşlandığınıza bağlı)

Yapılışı:

Un ve kabartma tozu karıştırlır. Küçük küçük kesilmiş tereyağ ve yumurta ile yoğrularak tepsiye serilecek kıvama getirilir. Hamurun yarısı kare borcamın tabanına bastırılarak yayılır, buzdolabına kaldırılır. Kalan yarısı bir bezin arasında buzluğa konur. Ertesi gün işlemlere devam edilir.

Tatlı lor vişne reçeli ile karıştırılır. Borcamdaki tabanın üzerine yayılır. Buzluktan çıkarılan hamur üzerine rendelenir. Orta sıcaklıkta yaklaşık 170 derecede hamur renklenene kadar pişirilir. Sıcakken üzerine pudra şekeri serpilir.

Notlar:
İzmir'de hemen hemen her mahallenin yufkacısında tatlı lor bulmak mümkün. Eğer bulamıyorsanız veya kendiniz yapmak istiyorsanız Sevgili Eylem'in blogunda bir tarif var onu kullanabilirsiniz.

Pay hamuruna şeker konmuyor, vişne reçelinin şekeri yetiyor. Taze veya donmuş vişne kullanacaksanız yine bir miktar şekerle pişirip kullanmanızı öneririm, çünkü çok sulanabiliyor.

Fazla şekerli sevmiyorsanız üzerine pudra şekeri serpmeyin, şekersiz de oldukça şık görünüyor.

Afiyet olsun


20 Eylül 2010 Pazartesi

Oğlum Kızım Hele Karım



Oğlum Kızım Hele Karım
G.Guareschi

Babamın aldığı kitaplardan biriydi, 80’li yıllarda okumuştum ve beni kahkahalarla güldürdüğünü hatırlıyorum. Sonra okuması için bir tanıdığa verildi ve mutat akıbete uğradı.

O kadar zihnimde yer etmiş ki ara ara eşime ve çocuklarıma kitaptan alıntılar (aklımda kaldığı kadarıyla) yapmaktaydım. Sanırım o kadar bahsetmişim ki eşim taa uzaklarda bir eski kitapçıda bulup net yoluyla alıp bana hediye etti.

Büyük özlemle kitabı hemen okudum. İlk okumamda “ Annem, Babam hele Ağabeyim” yaşlarındaydım, şimdi ise “Oğlum, Kızım hele Kocam” yaş ve konumundayım.

Fark ettim ki  aslında kitabın yarısından çoğu "karım"a ayrılmış da, benim anlattıklarım, hatırladıklarım hep "oğlum" ve "kızım"a aitmiş. Kahkahalarla gülemedim bu sefer. Kesinlikle değişmiş ve alınganlaşmışım ben. Nino’ya gücendim yazdıklarından dolayı, anlaşılan Margherita olmuşum da haberim yokmuş. SSCB bile dağıldı bu kitabı okuduğumdan bu yana ben değişmişim çok mu?

Evet çok! Bu kadar değişmemeliyim. Kahkahalarla gülebilmeliyim, en azından kendimi toparlayıp biraz daha gülümseyerek bakmalıyım hem çevreme hem de kendime.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Fırında Kıymalı Patates Püresi




Benzer bir tarifi yabancı bir blogda görmüştüm. İrlanda mı İskoçya mı o taraflara ait bir yemek olduğunu söylüyordu. Hoşuma gitmişti, alelacele okuyup sonra döner tarifi yazarım demiştim. Belleğimin oyununa geldim ve o blogu bir daha bulamadım. Aklımda kalan sadece şekli ve etleri kavururken içine koyduğu iki kaşık undu. Belleğimdekiler ve tahminler doğrultusunda bu yemeği yaptım.

Asıl tarifte uzun doğranmış etler kullanılıyordu, ben ise dün kızım için seveceği bir şeyler yapmayı isteyince evde ne varsa onlarla hazırladım. Bir yemeği yapmayı aklıma koyduysam malzeme olmaması durumunda hemen o yemeği modifiye eder ve kendime göre hazırlarım. Fırında Kıymalı Patates Püresi için de bu geçerli oldu. 

Malzemeler:

Püre için:
10 adet küçük boy haşlamalık patates
1/2 çay bardağı krema (evde tereyağ olsaydı onu kullanırdım)
1 çay bardağı süt
Tuz
Kırmızı biber
(Asıl tarifte pürenin içinde neler olduğunu hiç hatırlamıyorum. Püre sert olsun diye sütü az koydum, kaşıkla servis yapılması düşünülürse süt miktarı daha fazla tutulup daha lezzetli olması sağlanabilir)

Harcı için:
250 gram kıyma
1 büyük boy soğan
5 adet sivri biber
1/2 çay bardağı sıvı yağ
2 çorba kaşığı un
Tuz, karabiber

Patatesler yıkandıktan sonra kabuğu ile birlikte düdüklü tencerede 20 dakika haşlanır. (Fazla sulu olmaması için kabuklarını soyup doğrayarak haşlamadım.) Patatesler soğumadan tencereden alınır, kabukları soyulur ve ezilir. İçine krema (veya tereyağ), süt ve tuz eklenerek iyice karışması sağlanır.

Soğanlar ve yeşil biber irice doğranır, sıvı yağda kısa süreli kavrulur. Üzerine kıyma eklenerek kavrulmaya devam edilir. Kıyma suyunu salmışken 2 çorba kaşığı un ilave edilir ve koyulaşana kadar pişirilir. (Blog yazarı un eklenmesiyle etlerin birbirini tutacağını yazıyordu, gerçekten de kıymaları birleştirici bir rolü oldu.) Ocağı kapatınca tuz ve karabiber eklenerek karıştırılır.

Kare borcamın altına ıslatılmış yağlı kağıt serilir.(Tariftekinin aksine ben servis sırasında kıymalar üste gelsin istedim. Bu nedenle kare borcamın tabanına ıslattığım yağlı kağıdı serdim. Orijinal tarifte servis doğrudan pişirme kabından kaşıkla alınarak yapılıyordu)
Kıymalı harç dökülerek düzleştirilir. Harcın üzerine püre konarak iyice bastırılır (Asıl tarifte püre üstte olduğundan hoş görünmesi için çatalla şekiller yapılmıştı, ben de denedim).
Kırmızı biber serpilerek sıcak fırında 180 derecede üzeri kızarana kadar pişirilir. (Ben pürenin üzerine pul biber koymuştum ve fırında yandılar, toz biber tercih edilmeli) 

Pişmesi tamamlanan yemek doğrudan fırın kabından da kıymalar altta olacak şekilde kaşıkla servis edilebilir. Veya borcam büyük bir servis kabına ters yüz edilerek boşaltılır. Bu işlem fırından çıkar çıkmaz yapılmamalı pürenin biraz kendini çekmesi için en az 5 dakika beklenmesi gereklidir.  Servis tabağına alınan püre dilimler halinde kesilerek servis edilir. (Pürenin içine yumuşak olmaması için az miktarda süt koymama ve peynir koymaktan kaçınmama rağmen çok sıcakken dilimlerin düzgünlüğünü sağlamak zor oluyor. Tabaklara dağıtırken kenarlarını biraz düzeltmem gerekti)

Kızım bu yemeği çok beğendi, ben de patates sevenlerin bu yemeği seveceklerini düşünüyorum.

Afiyet olsun.

16 Eylül 2010 Perşembe

Suç ve Ceza



Suç ve Ceza
F.M. Dostoyevski


Daha önce Suç ve Ceza'yı okul tavsiyesi ile okuyan kızım, kısaltılmadan yapılmış bir çeviriyi okumak isteyince bu kitabı aldı. Okuduktan sonra mutlaka benim de okumam gerektiğini, kısaltılmış kitabı okurken kafasında oluşan soru işaretlerinin ve kopuklukların giderildiğini söyledi.

Suç ve Ceza’yı çok yıllar önce okumuştum. Aklımda ne soru işareti kalmıştı ne de Raskolnikov adından başka bir kırıntı. Tek hatırladığım yazarın yazarlığına olan hayranlığımın başlangıcı olmasıydı. Sonra İnsancıklar, Cinler, Kumarbaz, Karamazov Kardeşler gelmişti.

Lise ve üniversite dönemimde okuduğum kitapların çoğunu iş hayatıma başlayınca tekrar okumuştum ve şaşırıp kalmıştım. İlk okumalarımda hiç fark etmediğim ne ayrıntılar varmış, benim bakış açım ne kadar değişmiş. 30-40-50-60’lı yaşlarımda (ne kadar ömrüm ve sağlığım varsa) o kitapları tekrar tekrar okuma kararı vermiştim, kendi algım ve bakışımdaki değişikliği izlemek için. Ama tekrar okuduğum kitaplar sanırım 10'u geçmedi. Suç ve Ceza'yı da bir arkadaşımdan alıp okuduğum için tekrar okumalarıma dahil olamamıştı.

Fırsat ayağıma gelmişti. Okudum ama o kadar unutmuşum ki ilk kez okumuş gibi oldum.

Artık aklımda Raskolnikov değil Svidrigaylov kalacak. Kötüyü temsil ediyor ama yaptıklarının kötü olduğunun farkında ve kötü olduğunu kabul ediyor. Ortadan kaldırılacak kişi olarak kendini seçiyor, giderayak iyilik yapmayı da ihmal etmiyor.

Bu defa Raskolnikov’u sevmedim. Kendine bir kötü belirleyip onu ortadan kaldırmayı kendi hakkı gibi görmesi ve sonunda vicdanına yenik düşse de bundan akıl olarak hiç de rahatsız olmamasıydı onu sevmememin nedeni. Üstünler(!) yaparsa kötülük yoktur, onların yaptığı her şey iyi içindir.

Kötülükle savaşmanın yolu bir tefeciyi bir sembolü ortadan kaldırmak mı, tefecinin ortaya çıkmasını sağlayan koşullarla mücadele etmek mi? Bütün psikolojik derinlikleri bir yana bırakıp Dostoyevski’nin bunu anlatmak istediğini varsayıyorum, Güney Amerika’da hırsızlık ve başka kötülüklerin kaynağı olarak görülen sokak çocuklarının alenen öldürüldüğü günlerde yaşıyorken.

Sonuç: Çağdaş Rus yazarlarının kitaplarını bulup okumalıyım en kısa zamanda. Onlar da ustaları gibi yazabiliyorlar mı merak ediyorum. Ne alâka diye düşünseniz de benim sonucum bu.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Sübye



Sabahın erken saatinde çıkardık annemle Kemeraltı'na alışveriş için. Öğle sıcağına kalmadan alışverişimizi bitirmek isterdi annem. Gene de sıcağa yakalanırdık. İşte o zaman serinlemek için şerbetçilerde duraklardık. Her zaman tercihim karadut şerbetinden yana olurdu. Annem limonata içirmezdi bize, limontuzuyla yapıldığını söylerdi şerbetçideki limonataların.

Sübye ise sepetlere yerleştirilmiş buzların arasında sütümsü görünümüyle cam şişelerde satılırdı. Asla sübye istemezdim. Bir kere adı sübye idi. Babamla yakaladığımız mürekkep balıkları ile aynı adı taşıyordu. Sübye deyince aklıma vantuzlu kolların gelmemesi mümkün değildi. Sanki içecek olan sübye çocuk aklımla bana mürekkep balığı sübyeden yapılmış gibi gelirdi.

Şimdi Kemeraltı'nda cam şişelerde satılan sübyeleri görmüyorum, zaten Kemeraltı'na da eskisi gibi gitmiyorum. Ama hala sübyeyi yaşatmaya çalışan imalathaneler olduğunu biliyorum.

Kavun mevsiminin sonuna gelirken arşivimde bir de sübye bulunsun istedim. Aslında yaptığım sübye için gerçek sübye demek pek doğru olmaz. Tire'li dostlarım beni affetsin. Ben kendimce sübyeyi andıran kolay yoldan bir kavun çekirdeği içeceği hazırladım. Binbir emekle dövülerek yapılan sübyenin lezzetine ulaşmasa da farklı lezzetler arayan ve yerel bir içeceği tatmak isteyenler için işte benim tarifim:

Malzemeler:
Üç kavunun çekirdeği (mümkünse dolgun çekirdekli olanlar)
1 su bardağı toz şeker
5 su bardağı su


Yapılışı:

Kavun çekirdekleri çıkarılır, yıkanır güneşte kurutulur. (Orta boy bir kavundan yaklaşık yarım su bardağı çekirdek elde ediliyor)
Kuru çekirdekler blendırın kahve öğütücüsünde çekilir. Bir bez kesenin  veya tülbentin içine aktarılır. Üzerine 1 bardak toz şeker konur. Ağzı bağlanan kese bir kabın içine konur, 2 su bardağı su ilave edilerek 2-3 saat  buzdolabında bekletilir.  Ara ara keseye bir kaşıkla bastırılarak  şeker ve çekirdekler ezilir. Bekleme süresinin sonunda kese çıkartılıp süzdürülür. Karışıma üç su bardağı su daha ilave edilir. Soğuk olarak içilir.

Afiyet olsun

10 Eylül 2010 Cuma

Bayramlık İkramlıklar

Ramazan boyunca blog arkadaşlarımın yaptığı şerbetli tatlılar ne kadar iştahımı kabartmıştı, bayrama mutlaka bunlardan birini yapmalıyım diye bakar olmuştum tariflere. Bayram ikramlıklarını hazırlamaya girişince gördüm ki gene kendimi baz alıyorum.

Oruçtan hemen sonra çok çok tatlı yemekten benim midem hoşlanmıyor. Misafirlerim de bana gelmeden önce mutlaka daha büyükleri ziyaret etmiş ve bol bol baklavalar, şöbiyetler yemiş olacaklardı. Ben gene eski usulüme devam edip çay ya da soğuk içecekler eşliğinde hafif tatlılar ve tuzlular hazırlamaya giriştim.


Bu tarifi Susam Çörekotu'ndan aldım. Bayramda tatlıdan bunalan midelere sığınacak tuzlu bir liman arıyordum ve bu dereotlu zeytinyağlı boğaçada karar kıldım. Pişer pişmez bir kalite kontrolü  yapmak gerekir çay eşliğinde değil mi?



Bayram tatlısız olmayacağına göre hafif bir-iki tatlı da yapmak gerekli. Cafe Pepela'nın Hurmalı Pastasını hurmadan başka lezzetlerle de denemeyi düşünmüştüm. İşte tam sırasıydı ve tarifi portakalla uyguladım.


Ya denemelerim başarılı olmazsa, bir de alışılmış tariflerimden birini yapmalıyım her ihtimale karşı. Vişneli-tatlı lorlu pay ile ikramlıklarımı tamamladım.

Blog misafirlerimi de burada ağırlamak istedim. Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

9 Eylül 2010 Perşembe

Bayramınız Kutlu Olsun


Bayram Kahvaltısı

Düşününce bayram sabahları için hazırlanan özel yiyecekleri, bayram kahvaltımız çok mütevazi. Hatta sıradan denebilir, ama bayram sabahında ayrı bir zevkle yeniyor.
Bizim bayram kahvaltımızda mutlaka gevrek olur. Çocukluğumdan beri böyledir bu.
Camimiz etrafında iki farklı satıcı yerleşmiş olurdu bayram namazı öncesinde. Gazeteciler ve gevrekçiler. Bilirsiniz bayram namazlarına camiler yetmez, insanlar bahçede hatta sokaklarda namaz kılmak zorundadırlar. İşte burada devreye gazete satıcıları girerdi. Gazetelerin işlevi seccade altına serilmekti bayram sabahlarında. Camiye gelirken gazete alanlar çıkışta da gevreklerini alarak tutarlardı evlerinin yolunu.
30 gün boyunca uzak kaldığımız çıtır gevreğimize ulaşırız biz de bayramın ilk günü. Mahallemizde bir gevrek fırını var. Bayram sabahında görmeyin kuyruğun uzunluğunu. Camiden çıkan koşuyor sanki gevrekçiye. Eşim için de bir telaştır kuyruk uzamadan gevrekçiye ulaşmak.
Bayramımızı başka ilde yaşamıştık bir keresinde. Adetimiz üzere bayram namazı sonrası gevrek aramaya başlamış eşim. Ortalarda ne gevrekçi ne simitçi olmadığı gibi gezdiği bütün fırınların da kapalı olduğunu görmüş. O bayram kahvaltısını gevreksiz yaptık, gevreksizdi ama çok zengindi. Sadece yiyecekler değildi zenginleştiren, canlarımızla birlikte bir bayram sofrasını paylaşmak yeterdi zaten, kuru ekmek bile olsaydı ortada.
Biz hâla o bayramı konuşuruz. Bir yandan anlayamayız bütün fırınların bayram günü kapalı oluşunu, bir yandan da işte bayram bu değil mi zaten diye düşünürüz. Fırıncısı da, gevrekçisi de o gün aileleriyle birlikte bayramı yaşıyorlar.
Bayram sabahında ulaşılanın sadece “gevrek” olmayacağı umuduyla. Hayırlı ve mutlu bayramlar…

2 Eylül 2010 Perşembe

Karman Çorman

Tarif yazacak dinçlikte hissetmiyorum kendimi. Blog'u ihmal etmeyeyim diye karman çorman bir yazı yazıyorum bugün, hem de belki biraz rahatlarım. Aklım da ruhum da karman çorman olunca kaçınılmaz olarak başlığı böyle uygun gördüm.

Neler yapmışım mutfakta rutinimin dışında, şöyle bir gözden geçirdim.

Yaptığım vişne reçelinden vişne şerbeti hazırladım.

Bir yudum ferahlık olsun yananlara


Yanına da birşeyler gerekli. Önce Aylin'in sayfasından aldığım gazozlu boğaça'yı yaptım. Çok sevildi, oğlum hafta sonu için tekrar sipariş verdi. Aylin'e ve onun da tarif aldığı silsileyi takip ederek hepsine teşekkür ediyorum. Şimdiye kadar denemeyen varsa denesin, tavsiye ederim.

Uyumsuzluğun uyumunu arayanlara



Nami-nami'de Estonya lor kurabiyesi tarifi görmüştüm. Yarım ölçü onu  da yaptım. Bizden ne kadar farklı diye merak ettiğim için.  Malzemeler aynı olunca bizimkine benzer bir lezzet çıktı ortaya. Miktar az olsun sayı az olmasın deyince benimkiler epey ince oldular.

"Yokluğun eksikliktir" ; alışılmış olduğunu sananlara


Bir de oğlumun favorisi Sevgi Hanım'ın omaç'ı var. Artık sık sık yapıyorum. Yorum katayım diye kendimce, galetaya bulayıp kızartmayı bile denedim ama oğlum orjinalini tercih etti.

Tazeliğini  yitirmişleri canlandırmayı bilenlere



Bazı günler ise sürpriz bir şekilde yemek ayağıma geldi. Sağolsun kayınvalidem.
Önce kuşbaşılı karnıyarık,

Parıldayan folyonun gizlediği hararetten kavrulmuş saplar gibi göstermeden kavrulanlara


Sonra patlıcanlı pofuduk sarma.

İçten sevgiyle sarmalananlara


Üstüne tatlı. Kayınvalidem Cafe Pepela'nın  tarifini harnup pekmeziyle daha koyu kıvamlı olarak uygulamış. Çok da güzel olmuş, çok da hora geçti doğrusu.

Esmer tatlı olsa, esmer günler olmasa diyenlere


Related Posts with Thumbnails